21 Aralık 2012 Cuma

ÇOK BAĞIRANLAR





Ben yaşarken , yanıyorum, ben yaşarken rüzgarıma aşık, bir o yana bir yana savrulmayı seviyorum. Ben yaşarken, sen yaşlanıyorsun...

Sizde de oluyor mu? Siz yaşarken yaşlanıyor mu başkaları? Siz hızlı hızlı yaşarken, kaçarken, kovalarken, direnirken, didiklerken , oturduğu yerden yaşlananlar var mı?   Saygısız, tutarsız, duyarsızca yaşlananlar...
Nasıl ifade ettiğiniz çok önemli herşeyi, naif bir cümleye de sığdırabilirsiniz acılarınızı, çirkin bir sokak tabirine de dönüştürebilirsiniz. Bu sizin tercihiniz. 
Çığırtkanlık ilkel toplumlardan ve ilkel yaşamlardan kalma... günümüzdeki hali, ortaçgilin tabiriyle, en çok bağıranın en doğru sayılması. en doğrunun her zaman en çok bağırması. 
en çok çalışanlar, en çok okuyanlar, en çok kandırılanlar, en çok başkaları tarafından haksızlığa uğrayanlar. En çok acıyı çeken bu kitlenin, en çok bunları herkese anlatacak ve herkesle paylaşacak  kadar vakti ve anlatmasa bile bir şekilde can yakma gibi bir misyonu kendilerine edinmiş olmaları son derece tuhaftır. bu nedenle bu tuhaflık bana, söz konusu bu insanların aslında acı çekmedikleri, sadece ve sadece intikam dürtüsü ile hareket ettikleri izlenimini uyandırmaktadır. 

Benim gibi gergin bir insanın bunu söylemesine anlam veremeyecekleriniz olabilir. Gerçekten gürültülü bir şekilde karşı çıktığım şeyleri görenleriniz. Fakat aynı zamanda, bu tepkilerin niceliği ve niteliği hakkında bana hak verenleriniz de. zaten elbette her yer çiçek böcek olsun, kimse kimseye darılmasın küsmesin demiyorum. hayatınızda olmasına değer bulmadığınız kişileri pek tabi çıkarmalı, bunu yaparken bir dakika bile düşünmemelisiniz. ve çıkıp gittiğinde, artık sizin için kapanmalı o defter. Ola ki kapanmadıysa, ki dost meclislerinde 2 dakikadan fazla sürüyorsa o kişi hakkında olan muhabbet, kapanmamıştır. hala sizin özelinizde canlı olan duygular vardır ki, hiç hoşunuza gitmiyorsa dahi, bunu kabullenseniz iyi olur. hala önemsiyorsunuz gerçeği, o esnada size belli etmeyen dostlarınızın çoktaaan aklına yerleşmiş bir düşünce olacaktır. 

Kimse kolay gelmiyor o yerlere, herkeslerin payı var kendi başarılarında, kendi başarısızlıklarında payı var. Herkes bir derece hak ediyor hoş anları, herkes o derece yorgun. Gerek yok gereğinden fazlalara. aşırı olmak istiyosanız aşık olun. aşırı olmak istiyorsanız cesaretli olun. aşırı olmak istiyorsanız özgür.
özgürce ifade ederseniz tüm o düşüncelerinizi haklılıklarınız ve haksızlıklarınız arasındaki mesafe kısalacak ve haksızlık yaptığınız anlar bile görece olarak haklılık payınızı yükseltecektir.

hep nefret ettiğim, hep tiksindiğim şey... kapalı kapılar ardına gizlenmiş insan kabalıklarını, dışarıya çıkarken bambaşka hallere bürünüyorlar. eğerki gerçekten haklıysan, dışarıya çıktığında da kabalaşsan. sadece seni dinleyenler değil, herkesler baksa sana, ve haklılığın için verdiğin savaşa ,
önce ben hayran kalsam ...
önce biz hayran kalsak...




10 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Kapı Açıp Gitsem




Ben bu dünyaya yanlış gelmiş olacağım ben
Ben öyle her insandan, o kadar uzağım ben
Yine bu gözlerimdir okşanacak şey arar
Yoksa içimde başka bir dünya hasreti var 

Uyanır gibi birden korkulu rüyadan
O içimden sevdiğim, benim olan dünyadan
Bir ses bana: GEL dese, ben o sesi işitsem
Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem

Cahit Sıtkı Tarancı 

3 Aralık 2012 Pazartesi

Engelliler (!) Gününüz Kutlu Ola





Ülkemizde 8,5 milyon üzerinde engelli yaşamakta. Bu çok! 80 vilayetli bir ülke düşündüğümüzde her bir ilde 100.000 'den fazla engelli yaşadığını varsayabiliriz. Dehşete kapıldınız mı? Kapılmadınız tabiki. Çünkü sokaklarda, alışveriş merkezlerinde, sinemada hatta piknik alanlarında bile o kadar az engelli görüyorsunuz ki. Oysa asıl dehşete kapınılması gereken konu budur. 8,5 milyon engellinin evlerinde yaşıyor olmalarıdır. Güya gelişmekte olan ülke olmamızdan gururla, ekonomimizin büyüdüğünden gururla, krizlerin teğet geçmesinden gururla bahsederken, 8,5 milyon engellisini evlerine kapanmak zorunda bırakan zihniyetlerimize de teşekkür edelim. Yolların, otobüslerin, parkların, okulların, asansörlerin ve aklımıza gelecek her yerlerin engellilere göre düzenlenmediği için sosyal haklarından, eğitim haklarından, seyahat etme haklarından kendine ve dünyasına faydalı olmak isteme haklarının hepsinden vazgeçmek zorunda bırakılan engelli bireylerimize otur evinde diyip, eğer ki geçmeleri gereken milyon tane prosedürü yerine getirirlerse üç kuruş paraverelim, içimiz bi güzel rahat olsun. Rahat uykularımızda uyuyalım, oylarımızı vermeye devam edelim. Bugün Engelliler Günü! Gerçek anlamıyla bugün Engelli insanlarımızın günü değil, onları engelli yapan ahmakların günü olmalı. Dezavantajlı gruplar üzerinden propoganda yapan, ticari kaygı güden, vicdanı rahat insanlarımızın ve politikacılarımızın günü olmalı. Yaklaşık olarak 10 milyonun üzerinde yaşlı nüfusu da, engelli bireylerimiz kadar evine kapatan zihniyetimizin, bebeklerin ve çocukların özgür ve güvenliği sağlanmış bir ülkenin sokaklarına çıkarmayan zihniyetimizin engelliler günü kutlu olsun. Geriye kala kala 10 milyon kadar sağlıklı ve genç kalıyorsa, kocaman ülkemiz ve zenginliklerimizi harcaya harcaya bitiremesinler. 

2 Aralık 2012 Pazar

Deli Kuştan Sofia Hatuna Övgü




Deli kuş Dubliner olmak için can ata dursun, kendisi ile Sofia arasında oluşan o senli benlilik büyük bir hızla devam etmekte. Eskişehire gider gibi Sofia'ya gidilir mi anacım? Gidiliyormuş demek ki...

Benim ilk yurt dışı seyahatimdir Sofia. Yıllar önce ilk geldiğimde gerçekten çok sevdim burasını. Sofia mitolojide Goddess of Wisdom( bilgelikler tanriçası) demekmiş. Deli kuş bilgiyi, bilmeyi, bilgeliği sever, önünde saygıyla eğilir, hatta diz çöker. Hele ki bir kadınsa bu bahsi geçen bilgelik örneği, sadece şehrine böyle bir ismi layık görmüş bir vatanın topraklarında olmak bile yetmez mi der.
Sofia bir aşk kadını olsa ancak bu kadar olur diye düşünürüm hep. Aşk ve bilgelik yan yana ne kadar da hoş durur. Şehir pek çok kültürü barındıran bir şehir olmasıyla da büyüleyicidir benim için. Rusya etkisi şahane masalsı kliseler, Roma yapıtları, osmanlı yapıtları, kocaman kocaman meydanlar, devasa binalar, avrupanın en yeşili seçilecek kadar çok parklar bahçeler. Hemen arka sokaklarında pazarlar, çingeneler, kominizm zamanından kalma yerin dibinde marketler, ve heykeller heykeller heykeller.. Doğu avrupa ülkeleri içinde kendi içimde bir sıralama yapsam, Sofia, Budapeşte ve Prag diye sıralardım ben.  Viyanayi göremedim, görür görmez listemi update ederim.

Sofia bir ilk bahar şehridir. Yeşil cıvıl cıvıl ve aşk dolu olmalıdır. Sokaklarında yeteri kadar insan olan bu şehrin popülasyonu bana göre çok çok yerindedir. O korkunç kalabalıklı şehirlerin gürültüsü ve üstünüze üstünüze gelmesi yoktur. Yemekleri çok çok çok güzel, kahve ve pastaları harika aşçılara yaptırırlar. Mezeleri ve mastikaları üzerine söz söyleyeni vurmalı. 

Deli kuş geçen yıl buraya baharda geldi, içi dışı her yeri bahardı. Aynı oteli ayarladı, hani şu çatı katında muhteşem odası olan. Fakat madem mevsimlerden kış olmuş, kış gelmek için direnip durmuş, tam da o ilk bahar havasını yeniden hissetmek istediği odanın önüne geldiğinde , vazgeçip başka bir oda bulmuş kendine deli kuş. Önüne geçtiği duyguları değil, kabul ettiği mevsimin artık kış olduğuymuş. 
Sofia kışta da güzelmiş ya, çatı katında gökyüzüne açılan kocaman pencerenin camına çıtır çıtır dökülen yağmurun sesi, damla damla aksın ve şehre karışsınmış. 
Ey aziz Sofia! Ruhundaki bilgelikten azcık da bizlere düşer mi diye yollara düşenlere adamakla ruhunu , ne de iyi etmişsin. Yağmur, gökyüzü ve ışık seninle olsun! 

Aralık 2012
Sofia
Ç. 

26 Kasım 2012 Pazartesi

Belki


belki kırılmıştır testisi sabrımın
belki ben kelebekler zannederken
yarasalar uçuşmuşlardır etrafımda

belki samanlık seyran olur sanmışım
 parayla kafayı bozmuş adamlarla

belki içimde açan tüm çiçekleri
sökmek için çabalarmış meğerse
ben gördüğüm her şeyi yanlış anlamışım

belki bir kez daha  kırılmamaya çalışırken
kırmışımdır
ve belki  daha çok kırılmışımdır girdaplarında
belki öyle çok ki
yutkunamamışımdır...


Çolpan ERDEM- Ankara


23 Kasım 2012 Cuma

Özgürlük ve Kalkınma



Kalkınma iktisadı dersinin ilk sınavının birinci sorusu, özgürlüklerin ekonomiye olan etkilerini tartışınız sorusu idi. Soruyu görünce içimden bir kez daha bu bölümde okuduğum için mutlu oldum. Sınavdan bir gün önce bu tarz sohbetleri sık sık yaptığımız, ve bundan ötürü birbirimize ayrı bir değer biçtiğimiz arkadaşıma şunu anlatarak başladım uzun sohbetimize

Ülkelerin gelişmişlik oranları ölçülen, ve ölçümleri gerek istatistiksel gerekse eyleme dökülecek durumlar için kullanılacak bilgilerdir. Bu ölçümler belirlenir iken ise ,ülkenin gelişmişlik durumu, teknolojiyi kullanımı, kayıtlı ekonomi, eğitim seviyeleri, doğum ve ölüm oranları ve gelir düzeyleri gibi pek çok etmen değerlendirildir ve ona göre puanlama yapar. Yani kalkınma bir hedef olduğundan ve sosyal, kültürel ve siyasal olarak bir dönüşümü ifade ettiğinden gelişmişlik düzeyi ölçülürken bu etkenlerin hepsi değerlendirilir. Gelişmekte olan ülkelerde hala düşünce özgürlüğü bile tartışıladursun, gelişmiş ülkelerde sosyal, siyasal ve ekonomik özgürlükler yeterince tartışılmış ve önemi üzerine kılınan kararlarla  birlikte bir politika biçimine dönüştürmüşlerdir. Belki de bunu yapmalarında Milton Friedman'in kapitalism ve Özgürlük kitabında 'bir ülkenin sivil özgürlükler puanında gerçekleşen 1 birimlik artışın, % 34 oranında çocuk ölümlerini azalttığını ve kişi başına düşen GSMH'nın %49 oranında arttığını 'idda etmiş olması olabilir. 1 birimlik artışın kişi başına düşen geliri bu kadar etkiliyor olması şaşırtıcı gelmiyor mu? 

Arkadaşım da ben de hem fikir olduk ki, hayır gelmiyor! Özgürlük, başta tercih etme yetkisiyle karşımıza çıkmakta. Sivil özgürlükler
arasında yaşama hakkı, ifade ve düşünce özgürlüğü, mülkiyet sahibi olma, sözleşmelere dahil olma, yasal davalar açma, eğitim ve iş imkânlarına sahip olma, seyahat etme, kamu hizmetlerinden faydalanma ve demokratik siyasi sisteme katılma gibi haklar yer alır.

Hatta biraz daha abartıp ben, söz konusu bu haklar tanınmadıkça ve insanlar bu haklarına erişmedikçe ekonomik bir büyüme olamaz diye idda ederdim ekonomist olsam. Şöyle ki gelişmekte olan ülkeler ekonomik olarak büyüyor olsalar bile optimum kalkınmışlığa, eğitim ve iş imkanları yoksa, kamu hizmetlerinden yararlanamıyorsalar nasıl erişirler? Puzzle bütün olarak var olmalı bu senaryoda. Çok zengin bir ülke olmuşsa fakat vatandaşların seyahat etme hakkı yoksa nasıl olur da o ülkenin gelişmiş bir ülke olduğunu söyleyebiliriz ki? Diyelim ki ekonomik olarak da büyüdü. Herkesler zengin oldu. Gene de eksik olan şey, sürdürülebilirlik olacaktır. Büyümenin kontrollü bir şekilde devam etmesini sağlayacak olan özgürlüklerine kavuşmuş bir toplum ve bu toplumun oluşturduğu değerler olacaktır. Bu değerlere sahip olan birey, başkalarına saygı duyan, sosyal statüye önem veren, insan onuruna yaraşır iş ve yaşam için çabalayacak ve haklarını elinden alan bir yönetim zihniyetini asla kabul etmeyecektir. 

O nedenle olabilir ki, insanların üç günlük ahir ömürlerini yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik gibi durumlarla başbaşa bırakma pahasına da olsa özgürlüğü teşvik edici bütün eylemlerden kaçınmakta olan ülkeler ve yönetimler mevcuttur. O yönetimler ki, çokça farkındadırlar özgürlüklerin kalkınmışlığa giden ilk yol olduğunun. 
Çokça farkındadırlar ki, özgürlüklerine sahip, eğitim ihtiyaçları giderilen bilinçli ve sağlıklı bireylerin   
başkalarının haklarını kendi hakları gibi koruduğunu 

ve anlamak için çokça kez açıp cüzdanlarına bakmalılardır o akil(!)yöneticileri ;  
kalkınmış bir toplumda küçük bir çocuğun sağlık , eğitim , güvenlik gibi gereksinimlerinin, 
gelişmekte olan ülkelerdeki bu önemsizliğininin nedenini! 

8 Kasım 2012 Perşembe

Kararmasın Diye Sol Memenin Altındaki Cevahir

-  Kız mezun olmuş Odtü'den, Yüksek lisansını da yapmış, evlenmiş, kocasının durumu filan çok iyi. Öğretmenlik yapıyor, mis gibi. Ama yetmiyor anacım, gitmiş, dağ, doğa , bayır, insan öyküleri topluyormuş, hikayeler yazıyormuş, bedeniyle ve ruhuyla barışmak istiyormuş. Niye barışık değilsin ki zaten, derdin ne anacım senin. Herşeyin var, her istediğini yapabilirsin. Kamplara gidiyormuş, orada barış, aşk, sema, Simurg kuşu , evren filan gibi şeyler öğrenip geliyormuş. Yenilenebilir enerjiler konusunda durmadan aktivist davranışlar filan. Tabi sen kurtaracaksın ya bu dünyayı.


- 40 yaşına gelmiş, adama baksan bi garip, iki tane üniversite bitirmiş, yüksek lisans yapmış, doktoraya başlamış hala okumaya çalışıyor.  çocuk yapmış, kim bilir nereden nasıl torpili var da, çok iyi bir projede çalışmaya başlamış. oralarda buralarda yayınlanan yazıları için kim bilir kimlere yalakalık yapıyor. gelmiş bi de  sıradan bir memur maaşı kadar kazandığı bir işte çalışıyor, yok neymiş, for the sake of state miş, aman da eğitim önemliymiş bilmem neymiş..geç bunları canım benim.


- Kızın yazılarını hiç beğenmiyorum, o yapacağım dediği şeylerin hiç birini yapamayacak, projeleri berbat, fotoğrafları da hiç güzel değil, hele ki şiir yazıyor ya, aman yarabbim çok fena. Çok konuşuyor, çok insanla görüşüyor, saçma sapan şeyler anlatıyor bi de, ukala pis, ego tavan... iğğğğrenççç. eğitim, istihdam, sosyal politikalar filan gibi havalı laflar. fakir çocuklar için yapıyormuş ya bi de pek çok şeyi ,  ama  elinde avucunda hiç bişey yok. döküntü bir evde yaşıyor , bir arabası bile yok, daha da dünyanın parasını verip yüksek lisans yapıyormuş.

- Adam karizma, çok yakışıklı. o yüzden hala piyasada zaten, yoksa kimse takmaz.  Aslında fena çalmıyor tabi ama, işte Tanrı vergisi, 20 yıldır aynı şeyleri yapıp duruyor. Albüm çıkacakmış da, biz de göreceğiz. Yıllar oldu vallahi, bişey olmaz o işten. Bi de havalar, afra tafralar, sabah 8 akşam 6 mesai yapmış mı ki böyle söylenip duruyor.o kadar vaktim olsa ben de bi sürü beste yaparım.  Entel dantel...

- Adam  siyasi gibi birşey.  Bir sürü bela vardır onun başında. İş güç umurunda değil, takmış bir tiyatro sevdasına. Gidip kenar mahallelerde çocuklara Shakespeare oynatıyor. Yahu o çocuklar daha türkçe konuşamaz. Kimse sevmez zaten bu adamı. Aksi ukala çok bilmiş. Şiir de yazıyormuş, hikaye de. Zaten bu şiir filan yazanları bilirsiniz. Hayatın kendi derdine düşseler hiç zaman bulamazlar vallahi. Zaman çok, para çok, batıyor rahatlık bunlara.


demişler, demişler, demişler...

tek gayesi, cebine biraz daha para koymak olan insanlar.

onlar ki, tek gayesi biraz daha çok para koymak iken ceplerine,

ama yapamıyorken....

İnsan 24 saatini başka hiç bir kaygı gütmeden para kazanmaya adar da, nasıl başarılı olamaz sorusunu kendilerine sormazken. Neden zaten tek amaçlarının bu olduğunu sorgulamazken.


Bazı insanların kendi güçlerini, kendilerine yaptığı pek çok yatırımı yaratmaya ve başka insanların mutluluğu için harcamaya bu kadar çok hevesli olmasını anlamak ya da anlamamak. Ünlü düşünürlerin, bilgelerin, bilim adamlarının, sanatçıların, aktivistlerin, söylemek istediği şeyler olan her bir  kişilerin;  dünya barışı, sosyal eşitlik, estetik, üretim ve yaratım süreçlerine olan  önemli katkılarını anlamak ya da anlamamak.

Gelip geçerken dünyadan...  bir çöp daha eklemek dünya çöplüğüne. kendi mutsuzluğunda boğulmak, içindeki dehayı  kötü çirkin ellerine teslim etmek sistemin. hapsetmek kendini kendine, kendinden korumak sonra incecik kalbine zarar vermesin diye... Öyleyse bir kez daha Nazımı dinle,kararmasın sol memenin altındaki cevahir diye!

dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl 
daha da yatacağından başka 
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke demeyeceksin
yaşamakta ayak direyeceksin.

belki bahtiyarlık değildir artık 

boynunun borcudur fakat
 düşmana inat bir gün fazla yaşamak.

içerde bir tarafınla yapyalnız kalabilirsin 

kuyunun dibindeki taş gibi 
fakat öbür tarafın 
öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına 
sen ürpermelisin içerde 
dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.

içerde mektup beklemek

yanık türküler söylemek bir de
bir de gözünü tavana dikip sabahlamak
tatlıdır ama tehlikelidir.
tıraştan tıraşa yüzüne bak

unut yaşını
koru kendini bitten
bir de bahar akşamlarından.

bir de ekmeği

son lokmasına dek yemeyi
bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.

bir de kim bilir

sevdiğin kadın seni sevmez olur
ufak iş deme
yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir
içerdeki adama.

içerde gülü bahçeyi düşünmek fena

dağları deryaları düşünmek iyi
durup dinlenmeden okumayı yazmayı
bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana
bir de ayna dökmeyi.

yani içerde on yıl on beş yıl

daha da fazlası hattâ
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.

nazım hikmet...



31 Ekim 2012 Çarşamba

Kalp Üzerine Enteresan Bir Yazı




Kalp ameliyatlarında kalbi dışarıya çıkarırlar, ameliyat bittikten sonra vücuda yeniden yerleştirirlermiş. Dışarıda olduğu esnada atmayan kalp ise, yeniden vücuda yerleştirildiğinde doktorun eliyle ufak bir itme yapması ile tekrar atmaya başlarmış. Bize çizgi filmlerde gösterdikleri gibi dışarıya doğru ileri geri bir atma değil  tabi ki bu. Arapça 'alb' kökeniniyle türeyen ve anlamına mazruf şekliyle, yani bir o tarafa bir diğer tarafa. Çünkü kalp kelimesi bir durumdan başka bir duruma çevirme, dönüştürme anlamına gelmekte. Bu organa kalp derken atalar, gerek fiziksel gerekse duyusal anlamını yakalamış olmalılar. Şaşkınlık içerisinde düşünüyorum ben de, belki şu an bu yazıyı okurken sizler de düşüneceksiniz. Kalp, duyusal olarak da, dönüşür! Sevgili Ortaçgilin en sevdiğim şarkılarındandır, 'aşk çarpar dönüştürür' der. . Demek ki kalp, sevdiği tarafa doğru dönüşür. Bugüne kadar sevdiğimiz herşeye, herkese, her duruma biraz dönüştük, onlar da bize biraz dönüştüler. Gerçek sevmelerinizde yaşadığınız çarpışma gibi, sizdiniz ve diğeri... Dönüştünüz! Kalp, bir durumdan başka bir duruma dönüşürken hep duygusal hep iyi hep şahane değildi. Dünya için harika sizin için berbat bir yığın sabah hatırlarsınız. En mutlu olmanız umulan anlarda hüzünlü, seviliyorken mutsuz, sağlıklı iken hasta gibi... Dönüştünüz! Bunu yıldızlara, burçlara havalara bağlamak kolay olan. Duygularınız da kalbiniz gibi dönüşüp durdu. Çok sevdiniz, nefret ettiniz, hoş gördünüz, tahammül ettiniz, affettiniz, sevmediniz, umursadınız, vazgeçtiniz. Bu duyguların hepsini, bazen tek kişiye hissettiniz. bir olumlu ve bir olumsuz yoğun duyguyu aynı kişide muhakkak hissettiniz. Siz mantığınızla düşüne durun. Nefret ettiğiniz pek çok insanı sevdiniz. Kalbiniz. Siz. Dönüştünüz. Dönüşmeye devam edeceksiniz yaşadıkça. Bundan kaçış yok gibi. Kaçmaya da gerek yok gibi. Sevmelerin dönüşümleri güzel, sevmiyorsanız gene öyle. Çünkü kalbiniz dönüştükçe, duygu yoğun pek çok an kalbinizin hazır olduğı anı beklemekte. Şşşşş ne zaman hazır olur, siz bile bilemezsiniz! Sevgilerimle ;))))

26 Ekim 2012 Cuma

BIRAKIP GİTMEK İÇİN DÜNYAYA/GİTMEDEN DAHA




Son zamanlarda sıkça ölüp gidersem diyorum. Ağzıma sakız oldu. Ölüp gidersem peki? Ölüp gittiğimde ne olacak? Hepimiz ölüp gideceğiz gibi farklı anlamlarda ama ölüm temalı. Ve herşey bi yana, ölüp gidersem öyle anlamsızca, hiç eser bırakamazsam bu dünyaya. Ölümüm garip bir hastalıktan, saçma bir kazadan filan olursa. Yeterince öğrenemezsem ve yeterince aktaramazsam bunu dünyaya... Çok fena...
Son zamanlarda canım sıkkın enerjim düşük oldu çok bunaldım. Fakat son bir hafta tavan yaptı mutsuzluğum isteksizliğim...Sürekli olarak telefondan beni proje yağmuruna tutan arkadaş olmasa bişeylere kafa bile yoramıyordum.sağolsun düşündürdü durdu beni.
Ama tabiki mesele bu değil. Mesele Agoradaki bilim kadını,İrlandadaki gazeteci, the newsroomdaki yapımcı kadın gibi olmak istemem. O yüzden dünyaya kalıcı eserler bırakmalı, bir çift laf edebilmiş olmalı ve gerekirse bu uğurda ölmeliyim. Gerçekten öyle.
Son zamanlarda kafamı çok karıştıracak birbirinden fArklı bi sürü kitap okuyorum. Şerif Mardin de var, Ahmet Davutoğlu da, Russell da, Ayşe Buğra da, İbni Rüşd de...iyice kafam karışınca o zorlama hali iyi geliyor bana. Projelerde çalışırken eve gelip bişeyler okumak zordur gerçekten keza akşama kadar zaten hep okursunuz. Literatür taramalarının alasını, yabancı kaynakları, kanunları yönetmelikleri süreli yayınlarda çıkan makaleleri filan. Ben de kopmuştum ayrıca besleyici şeyler okumaktan. İrlanda da biraz okumaya başladım, neyseki yüksek lisansla mecburen başlayan okumalarım düşündüğümden daha hızlı ve eğlenceli olmaya başladı. Ayrıca bi de okuduklarımı merak edip araştırıyorum, o esnada da başka şeyler çıkıyor derken yeni yeni bilgiler ekliyorum kendime. Yoruluyorum gerçekten fakat buna değiyor içimde.
annemlerin bana zorla içirdiği b12 vitamini gerçekten bana çok iyi geldi. Sırtımın ağrısı hafifledi ki bu inanılmaz, 6 aydan fazla oldu neler çekiyorum bilemezsiniz sırtımdan. Ve enerjim yükseldi biraz hatta bariz bir  yükseklik bu. Ohhh akşam kitabımı okurken hiç uykum ile gelmedi. O yüzden belki de kabardı içimdeki kahramanın duyguları belki. Evet canım dedi madem bişeyler bırakmak istiyorsun dünyaya hadi durma.
Aslında 1. Sınıftayken daha oynanan bir oyunum var benim, adımın Çehovla aynı afişte yer alması onurunu yaşadığım, ilk eserim, kamuoyuna ulaşmış, hem Mersin de hem Ankarada oynanmış bir eser. Gurur duymalıyım. Sonra canım Esra'mın bana modellik yaptığı fotoğraflarım Çankaya Life dergisinde basılan. Öyle şık ve profesyoneldi ki...ufak tefek yazılarımız şiirlerimiz var bi de eğer bir kişiye bile ulaşabiliyorsak ne mutlu bize. Şimdi neden biz'li bir ağıza geçtim yazarken bilmiyorum;)) blog yazarlarını kastetiğim için içgüdüsel oldu sanırım;))
Bi de tabi son zamanların en en en şahane şeyi, Bekle beni şiirimin beste yapılacak olması. Kimin yaptığını beste bitince paylaşacağım sizle, düşündüğümüz kişi değil ama :)) çok heyecanlıyım inanın, harika olacak zannımca...
Fakat bu romantik eserlerden sonra ama zannetmeyin ki değersiz benim için, bilakis hep çok özeldir bir mısra bile içinde aşk varsa, bırakarak ölüp gitmek istediğim çok şey var hayatta. Söylenmedik çok sözüm var. Biriktiriyorum şimdi, zamanı gelince her biri tek tek ulaşacak dünyaya...belki ölüp gitmeden daha....
Sevgilerimle
Çolpan....

16 Ekim 2012 Salı

Evlilik ve Ahlak Üzerine Bir Russell


Rakı içsin, hoş sohbet olsun ve illaki nazik olsun gönlüme düşen ilk adamla evleneceğimi açıklamamdan bi kaç gün sonra bir arkadaşımın elime tutuşturduğu Evlilik ve Ahlak adlı kitabı çoook büyük bir zevkle ve son zamanlarımın en hızlı okuyuş, kavrayış ve etkileniş biçimimle bir solukta okudum.
Kadın üzerine çalışmam öncesinde bu kitapla tanışmak kadar, Bertrand Russel ile tanışmam da çok önemli bir hal adlı benim için. Kitabın, Evlilik, Boşanma gibi  bazı bölümlerini okumadım, keza hiç de gerek duymuyorum. Anaerkil toplumdan Ataerkil topluma geçiş, Endüstri devriminin cinsel ahlak üzerine olan etkisi, Ortaçağa kadar Romantik aşk nedir bilmiyor oluşumuz ve yazarın şahane ifadesiyle, şairlerin uygar insana dayattığı, kattığımız kişiliğimiz ölçüsünde sevgiye biçtiğimiz değer yanılgısı, içimde bir yığın ışığın aynı anda yanmasına neden oldu. Çok iyi oldu.
 tabi ki her önemli şeye karışan dinin cinselliğe de karıştığını , kıskançlığın örneğin, her yerde ve durumda çirkin  sayıldığını ama aşkta izin verilen bir durum olduğunu anlatıyor. Elbette din aileye önem veriyor.
Fakat Yasaların bir ürünü ve nüfusu yenilemenin, regule etmenin bir yolu olan evlililiğin  özellikle babalık figürünü alt üst ettiği üzerine çok duruyor. Tutucuların aileyi, işçi sınıfının çalışkan erkeği sevdiği bir dünyada erkek olmak zor olsa gerek. Ve bir anne çocuğunun  babasının kim olduğunu bilmeye gerek duymadığı zaman, devlet babalık rolünü üstlendiği zaman , Russel'a göre ahlaki çöküntü oluşuyor. Romantik aşkın en çok önemsendiği   ABD'de bu romantik aşkların dünya üzerinde en çok oranla boşanmayla bittiğine işaret ediyor. Uygarlık tarihi aslında baba yetisinin gittikçe azalmasının hikayesidir diyor.
Kadınların çağlar boyunca kendilerine konan yasakların erkeklere de konması yerine, her iki cinse de özgürlük ve eşitlik sağlayan bir sistemi istedikleri görülmüştür. Çağdaş feministler, ahlakı özgürlükte de eşit olmak istemektedirler. Bana göre; Russel'ın bahsettiği ahlaki çöküntü doğru olmakla birlikte, erkekler devletin kendilerinden rol çaldığı düşüncesini bir kenara bırakıp, babalıklarını yaparken erişecekleri bilinç ve medeni düzeyle ilişkili olarak pek çok ahlaki çöküntünün oluşmasını engelleyebilirler. başka bir deyişle, annenin çocuğun babasının kim olduğunu bilmeye gerek duymadan yaşayabilme, çocuğunu büyütebilme  imkanlarına sahip olması, bir kadını bir sürü adamdan çocuk yapma düşüncesine asla itmeyecektir, fakat üreme içgüdüsünü tüm dünyaya yaymaya çalışan  erkekler için dünyaya gelen çocuklarına karşı hissetmedikleri babalık duygusu ahlaki çöküntünün temel sebebi olabilir. Kısacası bu durum devletin babalık rolunü çalması değil, buna mecbur kalmasıdır.

Ancak Ortaçağ' da romantik aşk, meşru olsun ya da olmasın cinsel ilişkiye girilebilecek her hangi bir kadına değil, geleneklerin ve ahlak kurallarının ilişkiye izin vermeyeceği saygıdeğer kadınlara karşı imiş.Bakınız saygıdeğer kadın tanımına. Bunu yadırgamıyorum tabi ki, bu durumu tarihten bağımsız yorumlamak yanlış olur. burada dikkate değer konu, romantik aşkın hayatımıza girme zamanının geçliği. Çok değil Fransız ihtilalinden bu yana evlilikleri romantik aşkın doğurması gerektiği düşünülmeye başlanmış ki, çok çok geç kalınmış olduğunu düşünmekteyim. Bu nedenle belki Russel diyor ki;
 ''Bizim yaşadığımız demokratik çağın Şövalye ruhlu aşklara neler borçlu olduğunu unutuyoruz!...''
Şövalye ruhu deyince bile aşık olası gelebilecek günümüz insanı adına Selam olsun o ruhla mücadele edenlere diyelim.
Burada sona erdireyim ...
İkinci konumuz Öjenik olacak ki bu konuyu tartışmaya açacak cesaretim olmadığı için sanırım sadece Russell'ın düşüncelerini aktaracağım sizlere..

Çolpan ERDEM

11 Ekim 2012 Perşembe

VİCDANIN HÜZNÜ



Ankara'ya sancısından önce gelen güz, bu sabah pek çok insana yarım yamalak bir hüzün duygusu yaşatıyor. Anılar, acılar, aşklar gelip geçiyor kalplerimizden. Hafif bir acıtışı, ama yine de sakin bir anlayışı var bu griliğin.  Azcık da kadmiyum sarısı serpiştirilmiş olsa gökyüzüne ne çok mutlu olurum. Bir Fransız stili gider bu havaya giyinmek için, sabah evden çıktığınızda yağmur kokusu, trafikte hışırtısı tekerleklerle buluşan yağmur damlalarının, sabahın köründe ciddi bir toplantı, sonrasında şahane bir kahve buram buram Avrupa kokan illaki, ve sakin bir şarkı ile tamamlanabilir. Fakat böyle bir  hüzün (!)  mutlaka yarım yamalak bırakılmalı heba edilmemelidir.

Çünkü Aklın ve Vicdanın zekatı olan hüzün, tetikleyicisinin gerisinde kalmamalı, olabildiğince doğal halinde yaşanmalıdır. Hüzün vicdanı  saflaştırır , kişiyi kirlerinden ve günahlarından arındırır. Yağmurla bağdaştırılması bu nedenle olabilir belki. Akıp gitmesini isteyebiliriz. Ama gitmez öyle kolay kolay. Gerçek hüzün bilinenin aksine depresif, agresif, gürültülü ve isyankar değildir. Sessizliktedir. Bir inziva gibi içinize kapandığınız  o gecededir. Bir siyah çay deminde, bir kapı eşiğindedir. Her kim ki çığırtkanlığını avazı çıktığı gibi yapıyorsa hüznünün, gözlerini kısarak bir şarkıya dalıp gitmek sanıyordur hüznü.
Vicdanın zekatı olan hüzün, aklın da zekatıdır. Aklı billurlaştırır. Savunmacı bir suçlama metodu değil, bir anlayışlar bütünün geliştirilmesine neden olur. Çok zordur. Tekrar tekrar düşünmek, önce aralamak ayrım yapmak sonra arınmak gerekir. Aklınız, yani bildiklerinizin zekatı bunu anlatmak, paylaşmak, insanlara aktarmakla verilebilir. Bu sorumluluğunuz hüznüdür belki de bu...Ve yeni bilgiler yeni anlayışlar geliştirmek kendinize.
Kısaca hüzün, ağlak şımarık çığırtkan  çocuğu değil ruhumuzun, ödememiz gereken bir bedeldir. Arayışlarımızdır...Karmaşalarımızın temizleneceği, yön bulacağı, yönlerini değiştireceği, ruhumuzun yansımasıdır yaşamımıza. Yaşadıkça biz...

Çolpan ERDEM




10 Ekim 2012 Çarşamba

BEKLE BENİ



geleceğim o gün...
o gün artık bıktığın usandığın dünyanın son günü,
benim doğum günüm olacak.

o elbise olacak üzerimde, uzun, beyaz,
ellerim tüm izlerini silmiş geçmişin
bir bebek elinin tutunmaya  çalışması gibi dünyaya
öylece avuçlarına saracak seni...


sen çoktaan kurmuş olacaksın sofrayı,
soframızın şenliğine kadeh kaldırırken
biliyorum gözlerin
taa içine bakacak ruhumun..
öyle çok özlemiş olacağız ki birbirimizi
ne izi ne kederi geçmişin
bizi yerle yeksan eden her şeye teşekkür edeceğiz...


saçlarım iyice uzamış belki
koyu...su bile kalmamış olacak hüznünün senin
daha çok jazz dinleyip daha az susacağız...
olgun bir yetişkinken sen
ben hala hırçın dalgasını içinde taşıyan
deli kızı olacağım dünyanın
heyecanla anlattığım her kelimeyi
dinleyeceksin biliyorum,
beni dinleyeceksin...
beni olduğum gibi sevdin, hep öyle seveceksin...



sahil kasabasında, ayaklarımız kum çakıl
yaramazlıklar yaparken şen şakrak hallerime çiçekler takacaksın
kaçışlarını, karmaşalarını, takıntılarını değil yaşamımın
kokusunu getireceğim tüm çiçeklerin...
bekle beni,
o gün geleceğim...



Çolpan Erdem

6 Ekim 2012 Cumartesi

Balzamin



sen el kadar bir kadınsındır
sabahlara kadar beyaz ve kirpikli 
bazı agaçlara kapı komşu
bazı çiceklerin andırdığı
iş bu kadarla bitse iyi 
bir insan edinmişsindir kendine 
bir sarkı edinmişsindir,bir umut 
güzelsindir de oldukça, çocuksundur da 
saçlarınla beraber penceredeyken 
besbelli arandığından haberli 
gemiler eskirken, deniz eskirken limanda 
sevgili...


c. süreya

2 Ekim 2012 Salı

Elalem Saygı/sı/zlığı




Okula başladığımdan beri, ki bu ikinci haftam, koştura koştura ofisten çıkıp kızılaya inip cinnaha gitmek için otobüse binmeye çabalıyorum. Güzel ülkemin toplu taşıma araçlarını acımasızca eleştirecek kadar Avrupa gördüm fakat yaşadıklarım karşısında ne hissedeceğimi bile bilemiyorum. Ben ki senelerce metrolarda Ostime gitmiş gelmiş bir insanım ayrıca, fakat kızılayda otobüse binmek istiyorsanız 2 kez düşünmekte, topuklu ayakkabı giymemekte ve koşmaya hazırlı olmakta fayda var diye düşünüyorum. Bi kere hiç bir otobüs durağında durmuyor, yolun ortasında her an haraket etmek üzere bir iki dakika bekliyor ve kapıları suratınıza vurabilecek kadar acımasızca ve anti insani bir görüntü çıkıyor ortaya. Ve ben iki üç otobüse binemiyorum bu yüzden. Trafik vızıtr vızır akarken yola fırlayıp nasıl otobüse binebilirim ki? Tam kapı kapanmak üzereyken üstelik, insanları ittirip kaktırıp nasıl dalabilirim kalabalığın içine? Bu gün artık durağa yakın bir mesafede, ama en azından yolunda durmayan bir otobüse binecekken tam, yaşlı bir amcayı getirdi genç bir çocuk. Kendisine yol verdim ve beklemeye başladım, yaşlı amca o merdivenleri çıkamıyordu. Elbette sağlıklı genç insanlara bile uygun olmayan fiziki şartları taşıyan bu taşıtlara yaşlı, engelli, çocuk gibi özel ilgi gerektiren gruplara dahil insanların rahatça inip binmesi hiç kolay değil. Elbette bu geri kalmış, keşmekeş, heryerinde kaos, karmaşa bir yaşam sürüyor olmamız hepimizin ortak kültürü ve ne yazık ki pek de rahatsız değil gibiyiz ki değiştirmiyoruz. Fakat o yaşlı amca otobüse binerken çok zorlanırlen, zaman kaybettiğini düşünen ve o yardıma ihtiyaç duyan yaşlı amcaya sanki pis, pislik bir insana bakar gibi bakıp burun kıvıran o şoför, asla kabul edilemeyecek iğrençlikteki varlığıyla hayatımızın tam orta yerinde durmakta. O bakış, içimi kaldırdı... Büyüklerine saygı göstermeyi anne babasının yanında sigara içmemekten ibaret sanan, korktuğu kendine öğretildiği ve gördüğü kadar zorunlu saygılar geliştiren, bir başkasının büyüğüne, yaşlısına asla insan gibi davranmayacak olan bakış açıları ve yaşam biçimleri...
Kız kardeşlerine  hayatı dar eden fakat başka kadınlara kadın oldukları için çirkince davranışlarda bulunan laf atan zor durumda bırakan bir erkek gibi... 

Bu ülkede insanlar birbirlerine günaydın demiyor... Pek çok ülkede göz göze gelen herkesin selamlaştığını, gülümsediğini görürsünüz.
Bu ülkede sabah günaydın demeden yanında geçip gitmediğiniz güvenlik görevlisi sizin kendisine yazdığınızı anlatır ballandıra ballandıra iğrenç erkek muhabbetlerinde.
Daha çok küçükken ayrılırsınız kadın erkek diye.
Kızlar ayrı erkekler ayrı çocuk olarak değerlendirilir. Kızlar sakınmayı saklamayı, erkekler ise açıp saçmayı abartmayı ...
O kadar çok elalem ne der diye duyarsınız ki elalem öcüleşir, korkulacak korunacak uzaklaşacak birşey olur.
El alemdir. Tek gerçek siz. Sanırsınız ki dünya paylaşmak birlikte yaşamak için değil, saklanıp yok olmak içindir. 

Elalem ne derse diye dayatıla dayatıla, elalemden gizli saklı yaşamaya başlarsımız herşeyi. Etrafınızda herşeyi acımasızca eleştiren asla kabul etmeyip sürekli ayıplayan fakat kapalı kapılar ve sırlarla , duyguları hormanları ve tüm insana özgü yaşamlarını baskılarla devam ettirmeye çalışan yığınla insan vardır. Mutsuz.. Mutsuz iyi aile çocukları...iyi insanlar hatta...

Kötüleri de olur elbette... Bırakın babasını amcasına bile saygısından gık edemeyecek fakat başka amcalara tüm çirkinliğini dökecek... Kız kardeşine biri yan gözle baksa katil olacak, ama sokakta tek başına bir kadın görse lafı yapıştıracak. Başka bir kadına hemen kötü kadın damgasını yapıştıracak fakat kendisine asla dönüp bakmayacak....

Ne yapıyorsun ki dedim kendi kendime o sahneden sonra. Şimdi gittin bu işin ilmini öğrenmeye çalışıyorsun diye, azcık bişeyler  gördün hayatta, medeniyet yoksunluğu çekiyorsun diye... 

Bütün bir ders beni şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyen bir yığın başka insan cabası... Ceketim ben, ben ceketim, çekip gidivermek istedim...

20 Eylül 2012 Perşembe

PRAG?



Neredeyse 2 bucuk ay, ama tam olarak değil. 6 ülke ve bir sürü şehir... Bir sürü farklı dil, ama hiç biri tam anlaşılır değil...


Sırtımda haklı ağrısı yorgunluğumun. Çanta taşımayı ögrenciliğinden sonra da devam ettirenlerden ben. Deli kuş....
Çok başım ağrıyor. Sırtımı hiç sormayın...gene de içimi acıtan asıl şey,

sokaklarında neden gördüm evsizleri?

Keşke hayallerimdeki gibi kalsaydin Prag...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Genç Werter'in Ruhu!

Selam millet!

Deli kuş taaa Almanya'nin Goethe 'sinin  Schiller'inin dogduğu kasabaya uçtu. Tam bir kültür mirasına.  Doğası, evleri, yapısı, kasaba hali ve de edebi geçmişi ile. Daha ne olsun. 

Hic istemeden mizmiz geldim buraya. Carsamba aksamina kadar da buradayim. Yaşli mi yaşli bi grup var bi kacimiz genciz sadece. Ama severim ben yasli Avrupalilari. Muhabbetleri keyfli olur. 


Daha sehri göremedim. Yarin bol bol fotoğraf cekerim diye düsünüyorum. Otelimiz şirince ve oldukça modern bi otel. Odamin tam karşısında tarihi bir tren garı benzeri bişey var. Ama tren garı olmadığına eminim. Cok sahane görünüyor. Bakalim yarin onu da oğreniriz.


Bu yaz bütün seyahatlerim harikaydi. Paris, Brüksel ve tabi ki hayallerimin sehri Dublin. Burasi icin hic bir hayal kurmadim, gelmeden önce zahmet edip iki satır okumadım, hatta pasaport kontrol da soracaklarina emin olduğum görevlendirme yazısını bile yanıma almadım. Nitekim sordular, nitekim elimde yok diye havaalanından döndùrebilirlerdi beni. Haa burasi öyle Türk kaynayan bir yer değil, gelirken bana çolpan hanim şu tepe yahudileri yaktıkları fırınların olduğu yer, tüyler ürpertici diye anlattıkları bi yer. Nitekim ben de havalanı polisi jargonuna alısmışım demek ki, uzun uzun konusmam gerekti ama rahat rahat geçtim. Geçemesem bile umrumda değil bir sakinlik vardi üzerimde. Polisler  salağa dönüyor bi de pasaportumdan ötürü. İçinde birbirini etkilemeyen bi sürü vize var ;)) bi tane iptal var filan. 


Herneyse bu sakinliğim devam ediyor şimdilik. Carsamba sanirim Prağa geçicez. Çok görmek istediğim bir yerdi ama bilmiyorum neden, zerre heycanım yok. Noluyor len, yaşlandı mi deli kus? 


Yorgunluktan herhal...  12 saat yolculuk,aktarmalar....içimde garip hisler. Bırakma, gitme, bosverme, gitme, gelme, affetmeme, dellenme, uzaga gitme, dönmeme....


Genc Werter'in ruhu mu geziniyor yoksa etrafımda ;))))


İyi geceler millet....


23.45 

16 eylül/Weimar

2 Eylül 2012 Pazar

Uzak Şehir Yağmurları







 hislerimi rüzgarlara bıraksam, uzak şehirlerin hiç bilmediğim yağmurlarına karıştırsa...kimbilir, o uzak şehirde elele yürüyen bir çiftin üzerine yağar... aşka karışır!
ve aşka yaraşır içim...

en güzel sevmeleri onun. benim kırık kalbim.
şefkati (m) lal olmuş bir  zamandan.
genç değilizdir o zaman,
ne ben, ne de o adam!


hiç anlamaz gibi  beni bakışları. ben neden böyle çok söylerim, söylenirim hiç bilemem.
durup bazen, susturmak isterim içimi,,,
o durmaz.
yapma derim,
anlamaz...

dursam, bir baksam içime, vazgeçerim, kavga edecek kadar gücüm olmasa...

 vazgeçerim! o uzak şehrin aşıkları içimi yağmurla doldurmasa..

Ç.
ankara../sonbahar ikindisi

25 Ağustos 2012 Cumartesi

KOKUSU ÜZÜM



Sanki hiç belli etmek istemiyordu kendine bile, heyecansız ve soluk bir cümle gibi döküldü ağızdan. gözleri bir an uzaklara dalmışken,
özledim! dedi.  çok özlüyorum...
kırgın ama telaşlıydı...

Hüzün  bir beden büyük gelmiş belli üstüne, kollarından sarkıyordu. 

 Masada şarap, masada kadeh ve masada, kadındı!

Kocaman masaların küçücük kadını... Küçük masalarda dev!

Masanın da çok umrunda değil ya diye geçirdi içinden, olması da beklenmezdi...

Tek kelime etmedi neden sonra... kırmızısı ile  kadehindeki  ruj izinin, geçmişi arasında bir yerdeydi sanki.
Uzak diyar izleri yüreğinden kayar gibi, kokusu  üzüm olmuş da, kadehlere dolar gibi...


29 Temmuz 2012 /Dublin


.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Kasaba Mode On ;)))


Vakti zamanında bir Çinli büyüğùmüz demiş ki, Dünyada bir tek harika çocuk vardır ve her bütün anneler ona sahiptir!... çok doğru! Bırakın bir çocuğu, bana göre dünyada bir tane harika kedi var, o da benim oğlum, kaşığım... 
Anne babalar da öyledir aslında... Bir tane harika anne vardir, bir tane muhteşem baba ve hepimiz ona sahibizdir, hiç itirazım yok buna. Fakat benim ailem harika ve muhteşem insanlar olmalarının yanında, ayrıca 

Akdenizlidirler,şen şakrak kahkahalar atan, espirilerin birbirini kovaladığı sıcak kanlı insanlardır. Bizim ailemizde, insanlarin kendileri ile dalga geçmeleri ve incitmediğin ayıp etmediğin sürece baskalarina da hafiften takılmak son derece normaldir. Uzun yılların dostluklarının yaşandığı yemekli ev sohbetlerinde masadan önce kahkaha sesleri ve sonrasında çatal kaşık sesleri gelir. Ailelerin çocuklarının hepsi de aynı kültürü devam ettirir. Böyle anne babaların çocukları iseniz, üstünüzü kirletmeniz, durmadan düşüp kafanızı gözünü yarmanız sorun değildir, annenizi delirtinceye kadar soru sorar, karşı çıkarsınız. Bahsettiğim bu yapıdaki anne babalar köy öğretmenidir fakat eğer fazla ödev yapar çok çalışırsanız, mutlaka dışarıya oyun oynamaya gönderilirsiniz. Ne şahane di mi? Hayatımın hiç bir anında kimse bana az çalışıyorum diye kızmadı. Takdirname filan aldım diye de ödüllendirmedi. Tebrik edildi, gurur duyuldu, ama hiç abartılmadı. Bu durumlar ise bende hiç bir zaman, ders çalışmama, ya da takdirname almak için bir bahane arama durumuna itmedi. Öyle düşe kalka büyüdükten sonra yuvadan uçup kendime kurduğum küçük dünyayı büyütmeye o kadar çok odaklandim ki... 

Yıllar sonra dün akşam ise, hayatımdaki pek çok gereksizin ve pek çok gereksizliğin varlıklarını azaltmaya çalışarak döndüm kasabama...otobüste gelirken, tam Mersine girdiğimizde güneşin harika batışını gördüğümde, tek tek silmeye devam ettim... Burnumda garip bir kalkmışlık var Ankara'ya karşı. Beğenmiyorum. Elimde değil, içim almıyor. Son günlerde boğazımda bir el var gibi hissediyordum ya canim, o yok şimdi...burada....

Yaşamak için seçtiğim yer burasi degil ama, gelin görün ki insani benim insanim. Benim anılarim sokaklarinda koşturan. Zeytin ağacında ve limon kokusunda gezinen çocukluğum. Kimsenin kapılari çalmadığı, Makbuuş diye anneme seslenen genç, çocuk ve yaşlı insanlarin keyflerleri benim ailemin keyfi. Ve benim babamin busesi bayram sabahı beni uyandıran...
Kızımız gelmis, hoş gelmiş diye yemekler hazirlanan, bayram sabahi sevinçlerinin diri, coşkulu, ve çocuksu yaşandığı küçük kasaba. Sütlaç kokusundan mıdır nedir?  Bu kez nedir farklılığı bilemedim. Bi türlü çocukluğumdan dönemedim...


14 Ağustos 2012 Salı

Bir Fincan Hoşluk




Masum bir iman, yaz sıcağında oruç tutan mümini sudan korur da, şuur bir dehayı neden karanlıkta tutar? diye soran, sorgulayan dehaya engin saygımı ve teşekkürlerimi sunarak başlamak istedim bu bloğuma.

Şuur dehaya neler yapar? Neler Yapmaz? İkilemlerim arasında şuursuzca dolaşıyorken ben, içimdeki ritm eksikliğini çarpık ilişkiler ile canlandırma eğiliminde olduğumu düşünüyorum bazen. 

İçimde bir adalet duygusu,  başkalarına anlayışlı anlayışlı gülümserken balyozumu kendi kafamda parçalanmaktan asla geri durmuyor. 
bu sabah sesimi o kadar yükselttiğim için ne kadar  üzülsem az! diyor gün boyu sesim. oysa neler yapardı bana o yüksek sesin müsebbibi.. diyorum. Sonra yine aynı düşünce ... bu benle ilgili bişey ...

Ne kalacak ki geriye? Bizden, benden, sizden, senden ne kalacak ?... Ufak bir gülümseme ile anılabilirsek hayatta ne ala.. Durmadan kırgın gönüller bırakarak geride içine düştüğümüz koyu karanlığa hayran olmak mazoistliği ne zaman nerede son bulur hiç bilemem. Bilmek istemem. Dahasını söyleyemem...


Çok sıkıcı belki de. Belki de sıra, başkalarının da beni duyarlı bir biçimde düşünmesine gelmiştir. böyle bir zorunluluk yoktur, bu saygı duyulası bir şeydir, fakat hayatımda olmasalar da olurdur.


Belki de sıra gerçekten daha keskin hatlarla hayatımdaki insanları, işleri, ıvır zıvırları belirlemeye gelmiştir. Cümle alemin üzerimde kurdukları baskıyı hafifletmeye, kim ne bekliyorsa o derece ondan uzak durmaya gelmiştir. 


Starbucks kahvesi içmedim senelerce ben. Sırf ideolojik nedenlerden ötürü üstelik. Taki bir gün o kahvenin gerçekten de muadillerinden daha çok kaliteli olduğunu anlayıncaya kadar. Aynı zamanı, aynı ücreti, aynı hizmeti aldığım başka ürünlerde şöyle bir fincan şahane kahve içme keyfini yaşayamadığımı fark ettiğimden beri. 


Bir duruşu var tüm dünyada kahvecilerin. Tarzları var.. Konseptleri var... Hedef kitleleri var üstelik... Kimileri küçük kahve dükkanları, kimileri sadece take away, kimileri ayrıca şekerleme, çukulata gibi şeyler satıyorlar. Kimileri sessiz sakin, kahvenizi içip gazetenizi okuyabileceğiniz yerler. Kimileri sevgilinizin sizi kahve götürmek için seçtiği yer.. Kahve salt kahve içmekten öte bir dinamikler bütünü. Keyfiniz nasıl isterse öyle şekillendirebilirsiniz. Take away bir kahve de cezbedici olabileceği gibi, şahane bir kahve dükkanında kaliteli bir kahve içip kokusunu içinize çekebilme lüksü de son derece cezbedici olabilir. Ve kalitesiyle, kokusuyla, mekanın güzelliğiyle, yanında sunulan bir parça şekerleme ile, kahveniz için bir bedel ödersiniz. Zaman, para, önem vb bişeyler... İçinizde adaletli bir duygu oluşur. Her ne kadar ideolojiniz karşı çıksa da, nasıl da hakettiğini düşünürsünüz o ödenen bedelin. Sizi mutlu etmesi de cabasıdır üstelik. 


Basit bir ilişki kahve ile benim aramdaki, o tatda bir şey istemenin bedeli, kötü bir kahveden aldığınız saçma tatdan bin kat daha ucuz üstelik. Basit ilişkilerin pek çoğunda olduğu gibi, harcadığınız zaman, ağzınızdaki kötü tat, ve pişmanlık... 



Şimdi sırayı hayatımdaki pek çok şeyi sorgulamaya bırakmışken, bu basit ilişkiyi göz önünde bulundurmam yeterli gibi görünüyor. Bir kahve hoşluğu kadar ağzımın tadı olsa, belki de çokça yetecek bana...


9 Ağustos 2012 Perşembe

SENİN ANLADIĞIN

Dublinden dönemedim... Kalbim hala orada. O sakin dinginliğinde fırtınalar kopan şehir. Gönlü Akdenizde kalmış bir Avrupa'lı. Katolik bir çağdaş, olacak şey değil.  Hep o lacivert ülkeye gitmek isteyen bir tiyatro aşığı gibi geldi gözüme, söylemek istedikleri olan bir insan gibi... Durma söyle demek istedim... Senin suskunluğun mutsuz yapıyor beni... Ömrü hayatım bir yığın sıkıntıya maruz kalmadı mı? Şimdi kendimi nereye koysam biraz oralı, biraz yabancıyım. Biraz sakin ama en çok heyecanlıyım. Benim kalbim senin ruhun olmuş. Sen düşlemişsin, ben deneyimlemiş. Ele avuca sığmayan bir hayalci diyebilirsin bana, hırslarına yenik düşmüş bir aptal ya da. Ama sen en çok işine nasıl geliyorsa öyle diyeceksin. anlamadan, anlamlandırmadan, anlamaya hiç gerek duymadan, benim umurumda olup olmadığını hiç anlamadan... P Ama en çok neyim ben biliyor musun?  Yol yoktur, yürürsen yol olur diyen, diye düşünen, düşlerini gerçekleştirmeye öykünen bir zavallı gezgin. Fiziksel olarak eyleme dökemediği anlarda bile hayal eden, hayalle süslenen, hayalle güzelleşen, Camus okumadan çoook önce Yabancılaşan biri. Ben en çok neyim biliyor musun?  Bilme. Beni en çok sen bilme... Ne zaman bilmeye çalısşan ben uzak diyarlarda bir okyanus ürküntüsünde olacağım... Benim uzak diyarlarim senin şefkatlı kolların olmasın.  Ben en çok neyim biliyor musun?  Sen o kadar iyiysen, bana da söyle, Söyle de bileyim....