18 Kasım 2013 Pazartesi

Komünist Manifesto ve John Lennon


Komünist Manifestoyu, birkaç ay önce tekrar okumamın nedeni, sınıf mücadelelerini ilk kez dillendiren kişinin Marx olup olmadığını anlamak içindi.  Cemil Meriç’in  İlk sosyolog / ilk sosyalist kitabını yeni okumuştum ve Cemil Meriç’e göre sınıf farklılıklarını ilk dile getiren kişi Saint- Simon idi. Şöyle ki, Bir anda Fransa  tüm devlet adamlarını, aristokratlarını, papazlarını, mülk sahiplerini yitirse ne olur? Fransa üzülür, oysa gene Fransa’dır. Lakin, Fransa bir anda 50 fizikçiyi, 50 kimyacıyı, 50 demirciyi, 600 çiftçiyi yitirse ne olur? Fransa Fransa olmaktan çıkar. O halde Fransa’yı Fransa eden endüstriyel insandır. Diyen Simon, aynı zamanda ‘’ La societe c’est la travolo  ( toplum emektir/iştir/ çalışmadır)‘’ da demektedir.

Bu nedenle Komünist Manifestoyu hem yeniden okuyup Cemil Meriç’in iddialarını kontol etmek hem de bilgilerimi tazeleme fırsatına eriştim. Hemen belirtmem gerekir ki, ilginç bir şekilde Saint- Simon’un ve Marx’ın  sınıf farkları ve çalışmaya ilişkin bazı düşüncelerinin kapitalizme yeltendiğini düşündüğüm anlar oldu okurken. Evet düşündüm bunu, sosyalizm kapitalizme doğru ilerlemiş sanki?   Ürperdim ! 

O nedenle Komünist Manifestoyu okurken, sosyalizmin nefret ettiğim kapitalizm ile bir ilişkisi var mı yok mu diye paranoyakça hislerle okudum. Sosyalizmde var olan üretim araçlarının ortaklığı, komünizmde sınıfsız ve mülkiyetsiz  bir toplum hayaline bırakmıştır kendini. Lakin sosyalizm ile kapitalizm arasında kalan Komünizm, doğasını korumak için direnirken aldığı/ alacağı yaralardan ne ölçüde kurtulabildi, doğasını ne derece koruyabildi? Bu tahmini yapmak benim için oldukça zor. Ekonomi bilmem ben.

Benim bildiğim, Sevgili John Lennon’ın bestelediği ‘’ İmagine’’ şarkısı komünizmin hayali, bu şarkı nedeniyle vurulup öldürülmesi de Avrupa’da dolaşan hayalettir, ve o hayalet kapitalizmin ta kendisidir!

Cennetin olmadığını hayal et 
Denersen eğer, bu kolay 
Altımızda cehennem yok 
Üstümüzdeyse sadece gökyüzü var 
Hayal et bütün insanların 
Bugün için yaşadığını... 
Hiç ülke olmadığını hayal et 
Bunu yapmak zor değil 
Uğruna ölecek, öldürecek bir şey yok 
Ve 'öldür' diyen inanç ta yok 
Hayal et bütün insanların 
Barış içinde hayatı yaşadığını… 

Bir şeye sahip olmadığını hayal et 
Yapabilir misin merak ediyorum? 
Hırsa ve açgözlülüğe gerek yok 
İnsanların kardeşliğini 
Hayal et, bütün insanların 
Tüm dünyayı paylaştığını… 

Bana hayalci olduğumu söyleyebilirsin 
Ama bu dünyada tek hayalci ben değilim 
Umarım bir gün sen de bize katılırsın 
Ve dünya tek vücut olarak yaşar 



Çolpan ERDEM

17 Kasım 2013 Pazar

şimdi sessiz bir an olsun...


şimdi sessiz bir an olsun.
pencereye konan kuşlar, bakmasınlar yüzüme,
ölüm geldi çattı,
neşesini Sinan'ın,
güzel gözlerini,
derinliği yok etti ve de.

şimdi sessiz bir an olsun ki
her gözümü kapadığımda,
o anı düşünmeyeyim.

düşmesin,
yukarısı çok yüksek
aşağısı zindan,
toprağın altı
üstüne çıkmış
sen düşerken...

şimdi sessiz bir an olsun
sesini unutturmasın bana rüzgar
öyle uğultulu
esmesin!

şimdi sessiz bir an olsun
duyulmasın çığlığın.
kulaklarım patlasın
duyulmasın ....

24. günü bugün, gidişinin,
boğazımda bir düğüm gibi sessizliğin
yutkunsam acırım
acıdı mı diye canın...








1 Kasım 2013 Cuma

CADILAR BAYRAMI RİTÜELLERİ, YEMELERİ, İÇMELERİ


Jack-o'-lantern


Cadılar Bayramı’nda her yeri süsleyen bal kabaklarının hikâyesi İrlanda’dan. Yüzyıllar öncesine dayanan halk hikâyesinin ana karakterinin adı Jack. Yıllarca Şeytan’a oyunlar oynayarak kandıran Jack öldüğünde yaptıkları nedeniyle cennete kabul edilmiyor. Hayli kızgın olan Şeytan da onu cehenneme almak istemeyince Jack arafta kalıyor. “Peki karanlıkta nasıl gideceğim” sorusunun üzerine Şeytan yolunu görebilmesi için Jack’e cehennemin alevlerinden aldığı hiç sönmeyecek bir köz veriyor. Jack de bu közü oyduğu bir turpun içine koyuyor. İnanışa göre Jack o günden beri ebedi istirahate erebileceği bir yer bulmak amacıyla elindeki fenerle dünyayı dolaşıp duruyor.


       Sudan Elma Çıkarma
Bu oyun gecesi için İrlanda’da Snap Apple Night Denmektedir. Derince bir kabın içine su konup, içerisindeki elmaları sadece dişlerin kullanımıyla almaları gerektiği bir oyundur. 
      Cadılar Bayramında oynanan bazı oyunlar geleceği görmeyle ilgilidir. Elma kabuğunun uzun ve tek bir şerit halinde kesildiği Geleneksel bir İskoç oyunu vardır. Kabuğun bir kişinin omuzuna atılır ve kabuğun omuzda aldığı şeklin gelecekteki eşinin baş harfi olduğuna inanılır.


Geleceği Görme 

      1900lü yıllarda büyük bir keyfle oynanan diğer bir geleceği görme oyunu ceviz kabuğu oyunu idi. İnsanlar dileklerini beyaz bir kağıdın üzerine süt ile yazıp sonra o kağıdı katlayıp ceviz kabuğuna yerleştiriyorlardı. Sonrasında ceviz kabukları ısıtılıyor ve kağıdın üzerindeki yazılar kahverengileşip bazı sembollere dönüşüyorlardı. Bu semboller kağıt üzerinden kesilip tabaklara yerleştiriliyor , bu sembolleri bir parça buz ile karanlık odada tutan kişinin dileklerinin gerçekleşeceğine inanılıyordu.
       Dolar (Para) : Varlık, zenginlik
       Düğme : bekarlık
       Yüzük : Evde kalma
       Çamaşır mandalı : Fakirlik
       Pirinç : Evlilik
       Şemsiye: Seyahat
       Kazan : Bela, Sorun 
       4 yapraklı yonca: şans
       Halka : Erken evlilik

Korku Dolu Geceler 
Korku Hikayeleri anlatmak, korku filmleri izlemek ve korku oyunları oynamak Cadılar Bayramı partilerinin vazgeçilmezlerindendir. Mumlar , maskeler, garip ses efektleri gibi hazırlıklar yapılarak evlerde korku filmleri izlemeye geceleri düzenlenir.

  Cadılar Bayramı Yiyecekleri 

Cadılar Bayramı kutlamanın kökeni ürün toplama zamanlarından geldiği için , Elma şekeri ve karamel en önemli simgelerindendir.







Bir diğer simge yiyecek ise İrlanda mutfağından Barmbrack denilen meyveli kektir. Bu kek pişirilmeden önce içine yüzük ya da para yerleştirilir ve bulan kişinin Gerçek aşka kavuşacağına inanılır








Bunların yanı sıra, patates, mısır ve kabak çekirdeğinden elde edilen yiyecekler de son derece yaygın olarak cadılar bayramında tüketilmektedir.  







31 Ekim 2013 Perşembe

AMERİKADA'Kİ CADILAR, KATOLİKLER, PROTESTANLAR

  

     18. Yılların sonları ve 19. Yy başlarındaki almanaklarda cadılar bayramının kutlanıldığına dair bir bilgi bulunmamaktadır. 19.YY’da İrlanda ve diğer ülke vatandaşlarının Amerika’ya göç etmesi ile birlikte Cadılar Bayramı kutlanmaya başlamış ve günümüze gelindiğinde, farklı dil din ve ırka sahip olan pek çok ülke ve toplumda kutlanmaya başlanmıştır.
       Amerikalı Protestan Psikolog ve yazar James Dobson Cadılar Bayramını zararsız bir eğlence olarak değerlendirmektedir. Çocukların Miki Mouse, Süperman gibi kıyafetler giyip kapı kapı dolaşarak şeker toplamlarının  onlar  için eğlenceli olduğunu söylemektedir. Esasında Dobson gibi düşünen insanlar olmasına karşın, Katolikler ve Protestanlar arasında ciddi bir farklılık olduğu ve muhafazakar  Katoliklerin Cadılar Bayramı kutlamalarına çok sert bir şekilde karşı çıktıkları bilinmektedir.
       Bunun nedeninin Hristiyanlığın erken dönemlerinden bu yana Cennetteki Aziz  ruhlarla iletişime  geçebileceklerine  inandıkları ‘’Ruhlar Gününün ‘’ , Protestanlar tarafından ‘ Hayalet, Canavar, Cadı maskeleri ve kostümleri ile küçük düşürücü ve aşağılayacı bir eğlence unsuruna dönüştürüldüğüne inanmalarıdır.
        Bir diğer neden ise ,
        Protestanların Pagan Ürün Toplama Festivali’ni kullanarak  aslında pek çok ülkede de resmi tatil olan 31 Ekim Reform Gününü, yani Martin Luther’in 31 Ekim 1571 günü Wittenberg kalesi kilisesinin kapısına 95 maddeden oluşan bildiriyi asarak Protestan Reformu hareketini resmen başlattığını günü anmak için Cadılar Bayramını bayramlaştırdıklarını düşünmeleridir.
       İncil’de ise, genel olarak geleceği anlatma, büyülerle uğraşma, ruh çağırma gibi uğraşların yasaklanması dışında Cadılar Bayramı ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır.

30 Ekim 2013 Çarşamba

PAGANLARDAN CADILAR BAYRAMINA

  Bir Kelt Festivali Olarak Shamhain
Tarih Bilimci Nicholas Rogers Cadılar Bayramını araştırırken ‘’ Bazı Halk bilimcilerin Cadılar Bayramının kökeninin  bir Roma festivali olan Meyvelerin ve Tohumların Tanriçası Pomona’nın Bayramına ya da Ölüm Festivali olan Parentalia’a dayandığını düşünse de, eski İrlandacada Yaz mevsimin sona ermesi anlamındaki Samhain   adlı bir Kelt / Pagan  Festivalidir ‘’ diye not etmiştir
Latince’de Paganus yani ‘’Kırsal ‘’ kelimesinden türeyen Pagan kelimesi, şehirlerdeki insanların öncelikle  Hristiyan olmaya başladığı dönemlerde hala Hristiyan olmayan köylüler  için kullanılan bir sıfat olup zamanla Hristiyan olmayan ile köylü kelimesi neredeyse eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Günümüzde Putpereslik olarak yanlış bir algılanmayla karşı karşıya olan Paganizm Hristiyanlar tarafından sürekli aşağılanmış, İbrahim dinine mensup olmayan kişiler için Pagan kelimesi kullanılmıştır. Yani pagan kelimesi,  İslam dininde Tanrıdan başkasına tapan anlamına gelen Müşfik ve Kafir kelimeleri gibi aşağılayıcı anlamlarda kullanılmıştır.

Oysa, doğayı anlayan, doğanın işleyişine bir dini görüş olarak bakan, ve tek Tanrıya  ( Doğa Ana) inanan Paganlar tek tanrılı dinlerden farklı olarak, pek çok sembol, efsane ve inanışa sahiptiler.   Günümüzde Paganizmin ne zaman ortaya çıktığı konusunda kesin bir bilgeye ulaşılamıyor olsa da;  hala tüm tek tanrılı dinlerde Pagan izlerini görmek mümkündür. Söz konusu bu izlerden en yaygın olanları ise,
·         Dilek ya da ibadet için mum yakmak
·         Uğurlama amacıyla bir kişinin arkasından su dökmek
·         Suya para atmak
·         Tahtaya binmek
·         Nevruz
·         Hıdırellez
·         Nazar boncuğu
·         Yılbaşı kutlaması ve yılbaşı ağacı süslemek
·         Astroloji ve fal
·         Anadolu Aleviliği
·         Tütsü
·         Astroloji ve Fal
      ·         Cadılar Bayramı ‘dır. 

Paganizmin etki ektiği dinler arasında KELT Dini (Kent politeizmi) kendine özgü ve son derece zengin bir mitolojiye sahiptir.  Bir Kelt Festivali olan Samhain’ın kelime anlamı yaz mevsimin bitimi kış mevsiminin başlamasıdır. Kelt takvimine göre yıl aydınlık ve karanlık olarak ikiye ayrılır. Bu nedenle Kuzey yarım kürede 30 Ekim- 1 Kasım tarihleri, Samhain festivalinin başlangıç tarihleridir. Artık karanlık dönemin başlıyor olduğuna inanan Keltler, karanlık dönemim başlangıcının arifesi günü, diğer dünya ile dünyamız arasındaki kapının ruhların girebileceği kadar açıldığına inanırlar. O nedenle Samhain’ın kelime anlamı her ne kadar yaz mevsimin sona ermesi olsa da, aslında Samhain ‘’ölmüş ruhların Festivalı’ olarak kutlanırdı.
Kaybettikleri atalarının ruhlarının geleceğine ve kutlamalara katılacağına inanan Keltler, o gecenin ruhlarla iletişime geçmek için en doğru zaman olduğuna inanırlardı. Bu nedenle, mumlar yakılır, çeşitli yiyecekler seyahat eden ruhlar  için etrafa bırakılırdı. Öte yandan,  Meyvelerin ve Tohumların Tanriçası Pomona’ya  bolluk ve bereket için  duydukları şükran duygusunu da ifade etmek üzere etrafa  çeşitli yiyecekler bırakılırdı.  Söz konusu bu ritüellerin  Cadılar Bayramında kullanılan bal kabaklarının ve şeker mi şaka mı oyunlarının orijinali olduğu düşünülmektedir.
Dünyamız ve Diğer dünya ile arasındaki kapının ruhların girebileceği kadar açıldığı bu günde, Keltler iyi ruhların olduğu kadar kötü ruhların da dünyamıza gelebileceğine inanırlardı.  Ölüm Lordu tarafından gönderilen kötü ruhlar hayvanların vücutlarında can bulabilecek, ürünlere zarar verebilecek ve ürün stoklarını dağıtabilecek ruhlardır, kostüm ve maskeler bu ruhları kaçıracak böylece verecekleri zararları engelleyecektir. Bu nedenle de maskeler takarak ve kostümler giyerek kötü ruhları kendilerinden uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Bu ritüelin de hala günümüzde devam eden  kostüm giyme ve maske takmanın başlangıcını oluşturduğu düşünülmektedir.


SHAMHAİN FESTİVALİNİN CADILAR BAYRAMINA DÖNÜŞMESİ

Milattan Sonra 800 yıllarda Hristiyanlığın kabulünün başlaması ile, İngiliz Klisesi Kelt festivallerini Hristiyanlaştırmak istedi. Papa 4. Boniface 1 Kasım Gününü ‘All Saint Days’ yani azizler günü olarak  ilan etti ve 31 Ekim Gecesini Azizler Günü arifesi olarak kutlanılmasına karar verdi. Böylelikle Kutsal anlamında kullanılan Hallow ile Eve anlamındaki Arife günü birleşerek ‘’Hallow’een’’ kelimesi ortaya çıkmış oldu. 
 Bilim adamlarının büyük bir çoğunluğu Papanın Klise tarafından onaylanmış bu kutsal günleri Kelt Pagan kültürüne empoze etmek için bu kararı aldığı yönünde hem fikirdir. Bundan 200 yıl sonra, milattan sonra 1000’li yıllarda, Klise 2 Kasım tarihini de All Souls’ yani ruhlar günü ilan edip, ölülerin onurlandırılmalarını emretmiştir. Böylelikle Klisenin buyrukları ile  bu üç gün, Azizler günü arifesi, Azizler günü ve Ruhlar günü birleşerek Hallowmas ( Azizler Yortusu/ Cadılar Bayramı) olarak anılmaya başlanmıştır.
12.yy’a gelindiğinde artık bu kutsal günler, Bütün Avrupa’da mecburen kutlanan ve pek çok ritüeli içinde barındıran bir dini bayrama  dönüştü. Günümüzde Cadılar Bayramında oynanan oyunların, bayram hazırlıklarının ve bayram esnasında gerçekleşen pek çok aktivitenin  oluşması süreç içerisinde devam etti.



CADI TANIMLAMALARI, CADILAŞAN KADINLAR 
Binlerce yıl önce, bilimin ve özellikle tıbbi gelişmelerin olmadığı zamanlarda, insanlar çaresizce amansız hastalıklara yakalanıyorlardı. Günümüzde çok küçük tedavilerle iyileşilinebilinecek olan hastalıklar o dönemlerde ölüme kadar gidebilen büyük hastalıklara dönüşüyordu. O dönemlerde bazı  kadınlar, bitkilerden yaptıkları karışımlar ile insanların acılarını hafifletebilecek ve hastalıklarının sonlanmasına yardımcı olabilecek ilaçlar yapmaya başladılar. Bu kadınlara Wise Woman yani bilge kadınlar denilmekteydi.
Hristiyanlık bütün Avrupa’ya yayıldıktan sonra İnsanların iyileşmesi  için çareler bulan kişilerin ‘’kadınlar’’ olması Ruhban sınıfını rahatsız etmeye başladı. Klise kadınların insanları iyileştirmesinden  son derece rahatsızlık duymaya başladı, çünkü, eğer bir insan hasta oluyorsa o kişi Tanrı tarafından cezalandırıldığı için hasta olur inancına sahiptiler.  Ayrıca bir insanı iyileştirmek bir kadın tarafından  yapılmazdı. Bu nedenle bu kadınlar Hristiyan olmamakla, şeytana tapmakla, gizli güçlere sahip olmakla suçlanmaya başladılar.
Özellikle Puritan topluluklarının sahip olduğu ataerkil inançlar da durumu  gerginleştirmekteydi. Kadının erkeğe itaat etmesi gerekliliğine güçlü bir şekilde inanıyorlardı. Bir kadının, bir erkeğe nispeten yaradılışından kaynaklanan nedenlerle, şeytanın hizmetinde çalışması olası görülüyor, aynı zamanda da doğuştan şehvetli oldukları düşünülüyordu. Cadılık suçlamaları bu şifacı kadınları köylerine çekilip gizlenmeye itti fakat Klise bu kadınların şeytana taptığı ve karanlık ruhlarla işbirliği içerisinde olduğu yönünde buyruk vermeye devam etti.  Bu tarz eylemler içerisinde olan insanların öldürülmesi toplum içerisinde bir korku yaratarak toplumdaki uyumu arttırıp onları hizaya getirmenin bir yolu oldu. Böylelikle Klisenin Dini olarak güçlü Erkek egemenliği, toplumdaki zeki ve güçlü olan kadınları  acımasızca yok etmeye başladı.
Zamanla Cadılık Suçlamaları öyle bir histerik hal aldı ki, en ufak bir farklı davranış içerisinde olan kadınlar bile cadılık suçlamaları ile diri diri yakılmaya başlandı. Öyle ki hastalıklar, ölü doğumlar ve düşük gibi ortaçağda çok ciddi oranda yaşanan durumların bile Cadılar yüzünden olduğuna inanılıyordu. Komşusuna kızan bir kişinin Cadılık suçlamasıyla öldürtmesi an meselesi olmaya başladı.

 Bilinen en önemli cadılık suçlamaları ve yargılanmalarından bir tanesi Salem Cadı Mahkemeleridir. Salem cadı mahkemeleriMassachusetts'e bağlı Essex, Suffolk ve Middlesex kontluklarında Şubat 1692 ile Mayıs 1693 arasında gerçekleştirilen ve sonrasında cadılık ile suçlanan bir grup insan için sulh yargıçları tarafından yönetilen yerel mahkeme duruşmaları ile devam eden dinletilere denir.Duruşmalar sırasında birçok kişi yetkililer tarafından aranmamasına rağmen suçlanmış, 150'den fazla insan tutuklanmış ve hapse atılmıştır. Duruşmalara bakan iki mahkeme, 29 kişiyi suçlu bulmuş ve cadılıktan ölüme mahkûm etmiştir. Suçlananlardan on dokuzu, on dört kadın ve beş erkek, asılmıştır. Suçlananlardan bir adam yalvarmayı reddettiğinden dolayı ağır kayalar altında sıkıştırılarak idam edilmiştir. En azından suçlananlardan beş kişi ise hapishanede ölmüştür.
Bir ortaçağ fenomeni olan Cadı Avı 15th YY ile  18th YY arasında (Klisenin Cadıların öldürülmesini deklare ettiği 1320 yılından sonra ) gerçekleşmiş  olan bir gaddarlık ve acımasızlık silsilesidir. O dönem içerisinde kaç kişinin Cadılık suçlaması ile öldürüldüğü bilinmemekle birlikte, 10binlerce insanın cadılık suçuyla öldürüldüğü tahmin edilmektedir. İlk kez George Orwell haksız suçlamalar karşısında oluşan zincirleme reaksiyon için Cadı Avı tabirini kullanmıştır. Bu tabir günümüzde hala  toplumda oluşan algı ile birlikte haksız yere idam edilen, öldürülen, hapse atılan , cezalandırılan kişiler için kullanılmaktadır.


ÇİRKİN CADILAR, SÜPÜRGELER, KEDİLER  
Cadıların çok çirkin olduklarına inanılıyordu çünkü Şeytan da çirkindi!  Cadıların Süpürgeleri vardı, çünkü aslında şifacı kadınlar olan cadılar, birini iyileştirmeden önce mutlaka yerleri süpürüyor ve temizlik yapıyorlardı.  Kazanları ve kedileri vardı, çünkü kazan elbette her mutfakta olan bir aletti, Ve kediler de kırsal bölgelerde hemen hemen her evde !
Erkek egemen Klise tarafından cadılık suçu ile yıllarca öldürülüp toplumda pek çok açıdan değersizleştirilen ve zamanın gerisinde bırakılan Modern Zaman kadınları bu nedenle günümüzde Cadılar Bayramını kutlarken güzel,kendine güvenli, seksi, dişilik unsurunu ön plana çıkaran kıyafetler  giyerek geçmiş yıllarda yaşanan bu haksızlıklara tepki gösteriyorlar. 

3 Ekim 2013 Perşembe

BU YAZ



şimdi bu mevsim, bu boğuk hava, griler filan. kahvesini yudumlarken tv karşısında, şu aylardır izleyemediği filmi izlemek isteyenlerden biriyim elbette. hatta o esnada da uyuya kalmak isteyenlerden.

adetimdir, açtım Chambao'yu, mıyıl mıyıl geçmesine izin veriyorum içimden ritmlerin. bırakayım konuşmaya devam etsin, huzur içinde dinlemeye ben de.

uzun süre oldu, yazmadım. fısıl fısıl konuşulmuş çevrelerde. bazılarınız ara ara bakmışsınız yazmış mı diye? sağolunuz bunun için.
yazmadım. bu yaz mutlu mesut anılar biriktirmekle meşguldum gene. geçtiğimiz yaz uzaktan uzaktan aşık olduğum şehre gitmenin sarhoşluğundaydım, bu yaz ise uzaktan uzaktan hep hayalini kurduğum biçimiyle aşkı yaşamanın sarhoşluğu. o en güzel rengi doğanın...  yaşadım ben, bir 14 temmuz sabahı kör saatte uyanıp, ışıklı harflerle tarihe not düştüğüm anı.. teşekkürler dünya, teşekkürler.

bu yaz, bol bol okudum. bol bol not aldım sevdiğim yerleri, bol bol tekrar okudum.  mutlu mesut kitapların şen şanraklığıyla doldu kütüphanem.
sevmediğim her ne varsa çıkardım attım hayatımdan bu yaz. kötü çirkin ne varsa sevmiyordum. kapris, hırs, yalan dolan sevmiyordum. ikiyüzlüler bir de. zaten kaç tane olabilir ki çevrenizde. sevmekten, inanmaktan, umursamaktan vazgeçtim. hiç de umrumda değillerdi.

bol bol direniş oldu sokağımda, evim salonum camlarım, ruhum etkilendi her bir safhasında. bol bol dik durmaya devam ettim.

ben bu yaz, bol bol sevdim dünyayı, hakikati ararken hayretler içinde, bol bol şaşırdığım şeyler oldu. sevdim onları da.
sevmeyi derinleştirdikte, ve sevildikçe böylesiye... ayrımlarım değişti, inandıklarım değişti, ben değiştim.
diyeceğim o ki, bu yaz benim için, sadece bir mevsim değildi...

20 Ağustos 2013 Salı

Arabesk Bir Parmağın Öyküsü



gün olur, döner devranlar, figüranlar çıkarlar hayattan.  renkler değişir, şarkılar değişir, neşe değişir.en uzak mesafe değişir, en yakın, en karanlık, en öldürücü darbe değişir. öldürmeyen darbe güçlendirmiştir, hayat şekillendirmiştir, eski sevgililer herkesleşmiştir, işler, güçler, evler, arabalar değişmiştir. hızla değişen dönüşen yok olan onca şey onca kişi onca duygu...her birinin tek tek ruhundan çıkması, bir şehir çöplüğü gerektirir. 

artık hiç bir işine yaramayan ve zaten miadını doldurarak buruş buruş olmuş o duyguyu ne yapacaksın? kokuşmuş bir hale gelmiş her git gelinde daha da çirkinleşmiş eski aşklar, nefret edilen, bir daha görülmek istenmeyen arkadaşlar, hiç hatırlanmaması gereken utanç verici hatalar, kalp kırmalar, aldatmalar, affetmeler, af dilemeler, üzülmeler, ağlamalar, umursamamalar, bir yığın olanlar, yığınlar halinde olanlar... bir köşede duruyorlar... peki o duyguları nereye atacaksın? 

kabul etmekle başlayacaksın. hazmedeceksin sonra. güzelce sindirecek, hak verecek, başına gelen pek çok şeyin içinde bulunan parmağını çıkarıp atacaksın. o parmağı çıkarıp atacaksın! 

sonra değişmeye başlayacak mesafeler. dostlar daha yakın, düşmanlar şeffaf, neşeler pür-i pak, alın terleri kutsal olacak. değişecek şarkın, nakaratı yüksek seste ve dans ederek söyleyeceksin. 
öğreneceksin çocuk! değişimin içinden doğru olduğunu. cennetin kapılarının içeriden kitli olduğunu...

açmak istersen,
parmağına bak çocuk! 
dünyanın cenneti de, cehennemi de o! 


çolpanerdem/ 08.13 


31 Temmuz 2013 Çarşamba

Dünlerim Olmasa




Yaşamın kıyısı bir bakışımdan diğerine doğru yön değiştirecek kudreti kendisinde bulduğunda, kokusu yayılır içimde çiçeklerin. En güzel çiçek bedenimde en harika kokan değil, düşünceme en çok yakışandır. 
Düşlerim olmasa, düşer giderim derin karanlıklara. 

Etrafım hangi duyguda olduğunu hiç bilemeden yaşlanacağım eşyalarla dolu, eşya ile ben, uzaklaşırken sevgimizden, ben masanın altında kalırdım, düşlerim olmasa.

Adını gizlediğim hiç birşey yok. Her ne ise, her kim ise buyur etmek soframa, boynumun borcudur. Kalemini alıp gelen, kendi resmini kendi çizer. Kılıcını alıp gelenin koparıp attığı kendi elleri. 
Dün kaybolmadı, dün geç kaldı. Dünlerim olmasa çoktan düşmüştüm derin karanlıklara...

29 Temmuz 2013 Pazartesi

......



derin, duygusal ve alımlı bir sahildi. hepimiz bir parça aşkla, ben senle doluydum...dalgalara bile şükrettim o an. sefalar getirdin kalbime, hoş geldin!...


19 Temmuz 2013 Cuma

......





Yalnız seninim. Ve yalnız beni düşündüğün müddetçe aşkımızın ömrü ebedidir. Büyüyü ancak ihanetin bozar. Manevi ihanetin. Bir an için göz bebeklerinde raks edecek herhangi bir yabancı hayal... O zaman bu rüya bir kabusa döner ve bir uçurumun kıyısında uyanırsın.                                   Cemil MERİÇ 

17 Temmuz 2013 Çarşamba

ÜÇ KEZ SENİ SEVİYORUM DİYE UYANDIM



Üç kez seni seviyorum diye uyandım
Tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim
Bir bulut başını almış gidiyordu görüyordum.

Sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün.

Sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim
Sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum
-Taflanım! diyordu bir ses duyuyordum.

Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün.

Kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım
Şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim
Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum.

Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun.

                                                                 Deniz Eskisi







İlhan BERK

13 Haziran 2013 Perşembe

DİLİN ETİK DEĞERLERDEN UZAKLAŞMA NOKTASI: BİR STATÜ SAVAŞI OLARAK AYRIMCILIK



Konumuz, Söylem ve Etik. Söylemlerimizde etiği ahlaki bir değer olarak ortaya koyduğumuzda aslında hangi kelimeleri kullanacağımızdan öte, hangi kelimeleri kullanmayacağımıza odaklanmamız gerekiyor. Etik konusu etik olmayanı konuşmadan anlaşılamayacak bir konudur bana göre. Bu nedenle birazdan anlatacaklarım dilin etik değerlerden en fazla uzaklaştığı yerden ,‘ Ayrımcılık’ kavramından başlayacak. Başlangıç noktasına ayrımcılığı koymama karar verdiğim an itibari ile;   ‘’Dil ve Ayrımcılık’’, ‘’Dildeki ayrımcılık’’, ‘’Dilin ayrımcılığa etkisinin etik boyutları’’ konuları kafamı kurcalarken okuduğum bazı şeylerden etkilenmemiş olduğumu söylesem yalan olur, hayranlıkla etkilendiklerim var desem gene yalan. O nedenle direkt olarak kendi savımı ortaya koymak istiyorum girizgâhı daha fazla uzatmadan.
Bana göre söylemlerimizdeki ayrımcılığın çıkış noktası ‘’statü savaşıdır’’.  Fakat bu problem, statü sahibi olan ile statü sahibi olmayan arasında vuku bulurken ekonomik ve sosyal şartların hiçbir önemi yoktur.
‘’Entel dantel’’ diyerek aşağılanan bir filozof ile ‘ Allah’ımın köylüsü ‘ diye aşağılanan Mehmet Amca belki de hayatları boyunca sadece bu düzlemde son derece eşit olarak yargılanırlar.  Ve her ikisi de eşit ölçüde mağdurdurlar ilk kez.
Konuşma eylemini dâhili ve harici olarak 2ye ayırırsak, dâhili konuşma düşünme ediniminden başka bir şey değildir. Wittgenstein ahlakın,  dinin ve hatta felsefi söylemin dilin sınırlarını aşacağını zikrediyor, son derece gerçekçi bir önerme olarak görüyorum bunu. Lakin bir yandan da elbette ki ! dahili bir konuşma olarak adlandırılan düşünce, bir konuşmadan çok daha ötesidir diye düşünmemek elde değil.
Özgürce düşündüğümüz yegâne yerde, (iç dünyamızda, zihnimizde)  dışa vurumlarımız etrafın resmi, gayri resmi, samimi, uzak, aile, eş dost, sevgili, kardeş farklılıklarında değişkenlik gösterir. İletişim biçimimizi seçtiğimiz kelimelerle düzenler, mesafemizi de ona göre ayarlarız. Ahlak, din ve felsefenin etkisi ve sınırları aşan gücü elbette önemliyken, çok daha fazla değişkenin dilin sınırlarına giriyor olduğunu, bazen söylemememiz gerektiğine son derece emin olduğumuz şeyleri söylediğimizde anlıyoruz. Ahh bir şeytan gibi sızmış içimize, beynimizi ele geçirmiş ve kelimeleri ansızın uçurumun kenarından itivermiş gibi olduğunda. Anlıyoruz tetikleyicilerin çok daha fazla olduğunu…

   Düşünce özgürlüğü düşünmenin var olmasıdır derler ya, konuşma da öyledir bir bakıma. Sorun konuşma ya da konuşamama sorunu değil, düşünme ya da düşünememe sorunudur tam da bu nedenle. Yansıtacağımız tüm duygular, bütün dinamiklerin, inanışlarımızın, ahlak anlayışımızın ve anlamlandırmalarımızın kafamızın içinde şekillenmesi ile başlarken, dışarıya çıkışında kaygı düzeyimizde belirlenir. Ayrımcılıklardaki Statü Savaşları ise,  karşılıklı bir çaba ile statülerin korunması çabasıdır.   Bu nedenledir ki, dilde ayrımcılıklar en çok mesleklerle, sonra ırklarla ve dinlerle  belli ederler kendilerini.  Hayatımızın hemen her alanında çok fazlaca egemen etkiye sahip Din, neden daha geri sıralarda bu açıklamada derseniz eğer, size 2 nedenle açıklayabilirim bunu.
Birincisi, dinler, değerler ve inançlarla ilgili olduğundan tüm toplumlarda saygı duyulan ve alalen olumsuz konuşulmayan olgulardır
İkincisi ise dilin yarattığı anlam kültüründen ötürü dildeki ayrımcılığın aynı dine mensup insanlar arasında da yapılıyor olmasıdır.
Statüyü ne belirler peki? Para, pul, şan, şeref, lüks arabalar… Evet hepsi belirler. Fakat bunların yanı sıra var oluşumuzun değerini herkesin gözü önünde itibarlı bir yere koyar statü. Toplum tarafından kabul görmeyi sağlar.  Öyle ki statünün büyüğü küçüğü olmaz. İşinde gücünde yeteri kadar kazanan bir insan bile, statü hiyerarşisinde kendisine yer bulmaktadır. İtibar ve saygınlığı ancak bu şekilde geliştirir.
Ancak, kültürden kültüre değişiklik gösteren bir şey vardır ki, o da itibar ve saygınlığın algılanış biçimidir!
İtibar ve saygınlık para ve pulla algılanıyorsa ne yapıp edip para kazanmaya çalışırsınız toplumda kabul görmek için, işinde gücünde terbiyeli bir insan olmanız yetiyorsa ne ala, modern bir toplumun bir parçasısınızdır ve muhtemelen etik dışı ayrımcı bir dil ile ifade edilen pek çok söylemi duymamışsınızdır kulaklarınızla.
Ülkemizde, annelerinin doktor ol diye diretmeleriyle boğuşan çocuklar, o statü savaşlarıyla henüz tanışmamız çocuklar olduğundan anlayamazlar bu meseleyi. Çünkü çocuk dünyasında da aslında var olan ve hatta çok kötü biçimlerde de kendini gösterecek olan statü savaşları oynadıkları oyuna dâhil etme ve etmeme şeklinde kendini göstermektedir. Annesinin doktor ol diye direttiği genç adam,  su tesisatçısıyım dediğinde kimsenin kendisiyle evlenmeyecek yahut bir partiye hiçbir zaman davet edilmeyecek olması gerçeğiyle henüz kötü bir şekilde tanışmamıştır. Ne zaman ki sanayi bölgesinde çalışan işçiler akşamları evlerine gider, duşlarını alır ve şehrin gözde eğlence mekânlarda eğlenmeye giderler, işte o zaman anne babalar çocuklarının mesleki seçimleri konusundaki bu katı tutumlarından vazgeçeler. Sanayi bölgesinde belediye otobüsünün altına yatıp otobüsün balatalarını sıkan işçinin her gün yüzlerce kişinin hayatını etkileyecek derecede önemli bir iş olduğunu toplum ne yazık ki, o işçinin aldığı ücrete göre değerlendirmektedir. Düşük ücretli çalışan kişiler toplumda hiçbir zaman statü elde edemeyeceklerdir. Bu nedenle bizimkisi gibi istihdam ve ücret politikalarında son derece başarısız toplumlarda, meslekler statüleri belirleyecektir. Ve içgüdüsel olarak korunmaya hiç kimseye kaptırılmamaya çalışan statüler, diğer statülerle savaşa girişecektir içten içe. Henüz kendisinin bile farkında olmadığı bir savaş olabilir üstelik bu.
Bir statü savaşı olmasa bu dile yansıyan, neden Tarih Öğretmeni, Coğrafya öğretmeni kavgası olsun ki? Neden iyi bir tarih öğretmeniyim hissini yaşamak varken, coğrafya öğretmeninden daha iyiyim histerisine kapılsın.  Neden küçümseyip aşağılasınlar birbirlerini meslekler,  Hâkimler Avukatları neden ortada hiçbir neden yokken cahil cühela gereksiz tipler olarak görsünler?  Sosyal hizmetçiler, Psikologları neden yerden yere vursun? Birbirinin yerine geçme kaygısından olmasın bu. Statünün elinden alınabilmesi kaygısı olmasın? Benim statüm senin statünü döver histerisi statüyü takıntı yapmış bir toplumda statüsüne sıkı sıkı bağlanarak saygınlık ve itibar kazanmaya çalışan insanlar yaratmaktadır.  
Öyle bir  genel kabulüdür ki bu her ne olursanız ve her kim olursanız olunuz bu yükten kurtulamaz ve birileri tarafından sürekli aşağılanırsınız. Adam bildiğin ‘’Kasap ‘’ der katil birinden bahsederken, ‘’ Avukatlığını mı yapıyorsun? ‘’ diye sorar aslında yalan söyleme demek isterken. ‘’Entel Dantel ‘’ der Aydın kişiye, Çoban diye bahseder cehaletten… Bu liste uzar gider böylece…
Gelelim dile yansıyan ’Irk’’çı söylemlerlere. Irkçı söylemde de  statü, kendini topluma ait hissetme, toplumda kabul görme  ve güvende kalmadır.  Çemberin içi güvenlidir, dışarısı değil. Irkın üstünlüğü hep hatırlatılmalıdır bu nedenle.
Irkçı söylemlerin ülkemizde en yaygını Çingene Kelimesidir. Çingene anlamını yüklerken pek çok olumsuz gönderme yapan topluluklar, kendilerini toplumda daha üstün görmektedirler. Statü sahibi olan kendileridir. Bu nedenle Çingenelik yapmak, bir çeşit aşağılayıcı tutumdur. Kendileri hiç kavga etmiyor, sokaklarda yaşayan herkes birbirine kırmızı çiçekler uzatarak yürüyormuş gibi, suç oranları sanki çok düşükmüş, hırsızlık uğursuzluk olmuyormuş gibi ,,, ama Çingeneler  kavgacı gürültücüdür. Çingen çadırı vardır, çok pis ve dağınıktır.  Çingen çalar Kürt oynar deyimi ise, söz konusu bu statü savaşına bir başka grubun daha eklenmesidir. Keza buradaki sorun bahsi geçen gruplar değil, bu söylemleri gerçekleştiren toplumların bakış açısıdır. Ki bu nedenle, bütün toplumlarda diğerini aşağılan atasözleri ve deyimler bulmak mümkündür.
Statü Toplumun içinde, toplum tarafından ve toplumun kurallına göre şekilleniyor olduğuna göre, toplumun bir diğer kabul kuralı olan DİN kardeşliğinden etkilenmemesi mümkün değildir.  Din kardeşleri arasında toplumun pek çok diğer sosyal tarafında olmayan bir hiyerarşik durum vardır, koşulsuzca, sormadan, sorgulamadan, statü ile savaşmayan bir kabul ile şekillenir. Ancak statü ile savaşmamak demek, statü sahibi olmamak demek değildir.
Kardeşler arasında olduğu gibi elbette din kardeşleri arasında da pek çok kavga gürültü olur. Hele ki benim üvey kardeş gibi nitelendirdiğim başka dinin mensupları ile. Aynı Tanrı’ya inanan farklı dinlerdeki insanlar binlerce yıl boyunca savaşmış, başka dinlere de saygı duymak yerine, kendi dinini yaymaya çalışmıştır. Bu noktada da statü savaşının kirli ellerini insanoğlunun üzerinden hiç çekmemiş olduğunu anlayabiliriz.
Söylemlerde din üzerinde yapılan ayrımcılıklarda ülkemizde en yaygın olanı ‘gâvur’ kelimesidir. Gavur dağını da görürsünüz, kocasını ‘ gâvur’ gibi gören kızgın kadını da. Gâvur kötüdür, dinsiz imansız, ahlaksızdır. Suriye'nin Havran ile Lübnan'ın dağlık  bölgelerinde yaşayan ve Sünni mezhepler tarafından din dışı ilan edilerek baskı altında tutulmuş olan Dürzilik mezhebine bağlı kişileri ifade eden Dürzü kelimesi, ülkemizde argo bir tabire dönüşmüştür.
Bir diğer şansız güruh, Yahudilerdir. Yahudiler de en az gâvurlar kadar kötü bir üne sahiptirler. Yahudi kafası var bu çocukta demek aslında ahlaksızca bir ticari zekâya sahip demektir. 

Sonuç olarak Dil, taraflıdır.  
Ve her zaman kendi tarafını tutacaktır.


ÇOLPAN ERDEM
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Sosyal Politikalar Yüksek Lisans Programı
Sosyal Bilimlerde Etik Problemler Dersi 

11 Haziran 2013 Salı

Kültür Endüstrisi, Yandaş Medya ve Acun !



Yer: Amerika
Mekân: Evin Salonu
Zaman: Akşam
Oyuncu: Çok şişman / obez /  saçları dağınık hafif uzun/ asosyal  bir erkek
TV’de show programı izler, elinde kumanda varken bir yandan bira içerken bir yandan cips yemektedir.

Son derece gürültülü olan bu programı hiç kalkmadan izleyen genç adam, televizyonla arasında yaklaşık 1buçuk metre olan mesafedeki koltukta otururken kendisini hep arka plandan görürüz.  Allı pullu pırıltılı kıyafetli bir sürü insanın spot ışıkları altında alkış kıyamet bir şeyleri alkışlaması, bağrış çağırışı ve ödül kazanması filandır hikâye. Fakat baş roldeki genç adam, kanalı hiç değiştirmeden izlemeye devam etmektedir. Bir yaşlı anne gelip kendisini koltuktan kazırcasına kaldırmak isterken fark ederiz ki, saatlerce orada oturmaktadır.
Bu öykü, üç kuruş kazanmak için akşama kadar eşekler gibi çalışmış orta sınıf asosyal kent insanının sıradan bir gecesini anlatır görüntüde. Bir gün o pırıltılı sahnede, o milyonları, hiçbir özelliğe sahip olmadan kazanacağına olan inancıyla izler o programları. Gözünü kamaştıran onca şey vardır. Ve hiçbir zaman sahip olamayacağı milyonlarca paralar…

Derken bir gün hayatımıza ACUN (1)  diye biri girer. ACUN, birkaç sene, televizyonda bir yarışma programında kutu açtırır  . Milyonlar,  televizyondaki kişinin kutu açmasını izlerken, hayat akıp gider diğer bir yandan. İyi ve son derece kötü pek çok konu başlığı oluşuyorken hayatta, insanlar açılan kapanan ve şansı yaver giderse çok zengin olan insanları izlerler....

Bir girişimcilik dehası olarak bile adlandıramayacağımız TV programları, insanları amaçsızca karşısına geçip saatlerce kilitlemek için, kültürün benzeşmelerini yaratmak, kültürü kendi çaresizliğinde yaşayan bir insan kitlesi yaratarak her birini kontrol altına almak için harika bir yoldur.

İnsanların ihtiyaçları doğrultusunda sunulur her şey.  Çöpçatanlık, din, siyaset gibi konularda programlar hiç bitmez. Hangi siyasi parti, hangi dini görüş, hangi ülke, hangi din olursa olsun, bitmez. Biz televizyonu izler, anlatılanları dinler, birkaç kez karşı çıktığımız şeyler olsa bile, her şeyi kabul ederiz.  İletişim araçlarından olan telefonda, yanıt hakkımız, soru sorma hakkımız varken, Televizyonda, radyoda, gazetede gördüğümüz, okuduğumuz dinlediğimiz  her şeyi doğru kabul ederiz bir süre sonra.

Günümüzde her şeyi birbirine benzeten kültür,  tüketiciye sınırlandırabileceği hiç bir şey bırakmaz (2), bizzat kendisi sınıflandırır ve asla hayır diyemeyeceğiniz şekli ile sunar.
Çünkü herkes ( kendiliğinden! ) önceden bir takım göstergelere göre belirlenmiş düzeyine göre uygun davranmalı ve kendine denk düşenine yönelmelidir(3).   
Kültür, bir endüstri olarak tüketici memnuniyetini sağlamada,
Bir politik duruşta insanları sorgulamaktan uzaklaştırmada ve galeyana getirmede,
Bir vahşi kapitalizmde satış primlerinin durmadan artmasında,
Kısaca hep bir ürün pazarlamasında kendisini göstermektedir.
Bu nedenle kültür bir endüstri ,yani kültür bir satış stratejisidir.
Bugün yalan dolan fikirlerini medyanın gücüyle satan bir politikacı ile iphone bilmem kaç numarayı satan kişi arasında bir fark yoktur.


Düşünmemesi, sormaması, sorgulamaması gereken toplum için bir ACUN yaratmakta son derece ehildirler hükümetler.
Kutu açtırır, adaya götürür, pop star hop star yarışmaları düzenler. Her biri spekülatörler dolu meraklandırıcı pek çok hikaye yaratır. Yarattırılır. 


Her ne kadar hepimiz aslında belgesel (!)izliyor olsak da, uzun uzun dram izlemek isteyen bir topluluk da vardır.  Kutu açtırıp milyoner olan kişiyi o milyoner yerine kendini koyar ya,
dram izleyiciler de   ‘ohhh benden daha kötüleri de varmış’ der . Ahh ne zavallı insanlardır onlar, şükürler olsundur! diye düşünüler.

Kültür endüstrisi bugün, facebooktur, Evlen benimle programıdır, alışveriş siteleridir, Acundur. Facebook;  ''big brother watching you !’' dur (4). Big brother burada facebooktur. Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsanız facebook sizi ele geçirmiştir.

 ''Big brother'' alışveriş siteleridir. 40 liraya gördüğünüz o ceketi almanız 40 saniye sürmemektedir.
 ''Big bother ''  yandaş medyadaki devlet gözüdür, iktidarlar öncelikle  habercilik etiğini kültür endüstrisinin çarklarında un ufak ederler/ etmeye yeltenirler. Çünkü medya  en yakın dost  olabileceği gibi en azılı düşman da olabilir eğer kontrol altında tutulamazsa.  Vahşi kapitalizmin gözümüze soka soka bize aldırdığı İphone'ların,   GEZİ Parkı protestocularının
 (5)  örgütlenmesindeki üstün başarısı bir kez daha düşünülmesi gereken bir konudur bu nedenle. 

 Acunlar, çok çok ağır  dramatik programlar, kadınlara yönelik aptallaştırıcı programlar,  yandaş Medyalar ve kapitalizm oyun kurucunun takımına ilk sıralarda alacağı aktörler olacaklardır. Takım üyelerinin her biri başarılarına başarı katacak, Televizyonlar karşısında hayranlıkla kendilerini izleyen kişi sayısını her geçen gün arttıracaktır. 
Tüketicinin gücünden aldığı gereksinim artık yerini  tüketiciye hissettirilen gereksinime bırakmıştır. 
Big Brother artık Big Big Brother olmuş, kültür  endüstriyel  bir kavram niteliğini kazandığı TV çağından sonra , günümüzde internetle birlikte sosyal bir enkaz olarak topluma  kan kusmaya başlamıştır.


Çolpan ERDEM
Haziran 2013- Ankara 



1  ACUN ILICALI: 2000’li yıllarda Türkiye’de milyonları TV karşısına çeken 10’larca yarışma programının yapımcısı ve sunucusudur. Ülkede gerçekleşen pek çok siyasi gündemde, terör saldırılarında bile programları devam etmiş sadece Başbakanın annesini kaybettiği gün programına bir günlük ara vermiştir.
2  Theodor  W. ADORNO, Kültür Endüstrisi
3  Theodor  W. ADORNO, Kültür Endüstrisi
4  Big Brother Watching You ( Büyük Birader Seni İzliyor). George Orwell tarafından yazılan 1984 isimli kitapta geçen imge ve aynı zamanda sistem. Büyük birader ülkedeki tüm vatandaşları izlemektedir ve sisteme aykırı davranışları olduğu tespit edilenler cezalandırılmaktadır. İnsanlar devamlı gözetlenip ve cezalandırılıp psikolojik baskı altında tutulurlar.

5)  28 Mayıs 2013 tarihinde Taksim’de bulunan Gezi Parkında, bir proje kapsamında ağaçların sökülmesine karşı çıkan gruplar tarafından başlatılan gösteriler, kısa sürede iktidara karşı ülke çapına yayılan protestolara dönüşmüştür. 

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Modern Zaman Kavramı: Eşit(siz)lik





De Tocqueville'e göre toplumsal statüler arasındaki geleneksel ayrımları sarsan eşitlik ilkesi , modern demokrasilerin ana meselesidir. 
Modern eşitlik anlayışı, kişisel özgürlüğü ve bireyin kültürlü olmasını olanaklı kılan koşullar adına ciddi kaygılar duyulmasına neden olmuştur.

Temelde Eşitlik modern ve ilerlemeci bir fikirdir. Söz konusu bu değer radikal toplumsal değişmenin ölçütü olarak ele alınabilir. 
Bu modern ve ilerlemeci değer ile ilgili Bryan Turner 'ın Eşitlik adlı kitabında geçen Marx ve Weber 'in bakış açılarının belirtileceği bu çalışma aynı zamanda Bryan Turner'ın kendi görüşlerini de yansıtacaktır. 

MARX VE TOPLUMSAL TABAKALAŞMA 
Marx sınıfı insanların sermaye sahipliğiyle ve üretim araçlarıyla ilişkisine göre tanımlamıştır.
Üretim araçlarının özel mülkiyeti yatırımdan kar sağlamak için işçileri sömüren kapitalist sınıfın elinde toplanır. Bu durumda kapitalizmin ayırt edici özelliği emek gücünün bir meta haline gelmesidir.
İşçi sınıfı emek gücünü bir ücret karşılığında üretim araçlarının sahibi olan ve üretim sürecinden elde edilen karın bir sonucu olarak ortaya çıkan kapitalist sınıfa satmaya zorlanır.
Marx,  sık sık kapitalizmde sınıfların içkin bir yoksullaşma ve kutuplaşma eğilimi gösterdiklerinden söz etmiştir. Bu eğilim zamanla bir düşmanlık ilişkisinden iki ana sınıfın ortaya çıkmasına neden olur.
Marksist toplumbilim, tasarısında eşitsizlik, kişisel eksikliklerin ya da ahlaki kusurların ürünü değildir. Eşitlik temelde bireylerin bir niteliği değil bir bütün olarak toplumun bir özelliğidir. Bireyler, eşitsizliği yapılarında taşıyan ilişkiler tarafından toplumsal olarak yapılandırılmış toplumsal rolü üstlenmek zorundadırlar; bu anlamda bireyler eşitsizliğe zorlanır.
Kapitalizm, siyasal yapısı için asıl olan eşitsizlik ile ekonomik sistemin temelini oluşturan eşitsizlik arasındaki çelişkiye dayandığından görece istikrarsız ve tutarsız bir toplumsal sistemdir.
Bu nedenle modern  kapitalizm devlet sosyalizmine göre zenginlik yaratmada daha başarılıdır.  
Peter Hamilton'a göre; Zenginlik yaratmak, demokratik toplumların bekası açısından hayati önem taşır, ama zenginliğin bölüşümü ile ilgili sorunlardan da ayrılmaz.  Ekonomik büyüme ile gelir ya da zenginlik eşitliği birbiriyle bağdaşmaz hedeflerdir belki de. 

WEBER GÜÇ VE EŞİTLİK 

Alman toplumunda zümreler anlamına gelen sözcük soylular, meslek sahipleri, zanaatkarlar gibi geleneksel statü gruplarını kapsarken, sınıf kelimesinin karşılığı burjuvazi ve proletaryayı kapsar.
Weber iki sınıf tipi ayırt etmiştir; mülk sahibi sınıf ve edinimci sınıf.
Mülk sahibi sınıf, mülk sahipliğinin getirdiği ekonomik farklılaşmayla belirlenirken edinimci sınıf piyasadaki hizmet sunma fırsatlarından yararlanmaya göre belirlenir temelde.
Weber’in tabakalaşma toplum bilimi, bölüşüm, tüketim piyasa olgularını öne çıkarırken Marksist kuramlar daha çok üretime ve üretim ilişkilerine önem verirler. Bunun sonuçlarından biri de WEBER’in modelinde iki sınıfa bölünmüş bir tabakalaşma sisteminin değil bir sınıflar çoğulluğunun saptanmasıdır.
Weber’in piyasayla bağıntılı yaşam şansını ön plana aldığı düşünülürse bir sınıfı diğerinden ayırt etmenin açık bir yolunu bulmak olanaksızdır.
Weber için toplumsal çatışma hiçbir zaman yalın bir sınıf çatışması değildir. Sınıflar statü grupları ve partiler arasında hem piyasa hem de üretim sistemi açısından kaynak ve ayrıcalıkların tekelleştirilmesine yönelik yoğun bir mücadele demektir. Weber'e göre toplumsal eşitsizlik ile toplumsal çatışma belirli bir üretim tarzından doğan basit ekonomik görüngüler değildi.
Weber sosyalizm ile kapitalizm arasındaki ayrımı toplumbilim açısından anlamlı saymıştı. Sınıfla ve statü grupları arasındaki toplumsal eşitsizlik toplum denen şey için genel geçer bir olguydu.

Weber'in toplumbiliminden çıkan bir diğer sonuç da statü grupları toplumsal sınıflardan da, toplumsal sınıflar olmadan da ortaya çıkabildikleri için, statü grubu kimliği sınıf üyeliği duygusunu ve sınıf bilincini zayıflatır düşüncesidir.
Dolayısıyla, bir komünist ya da sosyalist toplumun istikrarlı koşullarında da yaşam tarzları tüketim malları ve saygınlık konusunda abartılı bir güç çatışması çıkabilir ortaya. Ekonomik sınıfın ortadan kalkması bir toplumdaki statü ve saygınlık eşitsizliklerini arttıracaktır.
Modern toplumun statü yapısı başkalarını dışlamak suretiyle konumlarını iyileştirmeye çalışan toplumsal grupların bitimsiz yayılma alanı olarak düşünülebilir.
SOSYAL DEMOKRASİ/ YOKSULLUK 

Bu kitabın savına göre; bir toplumdaki eşitsizliğin doğası ( dolayısıyla yoksulluğun nüfusa dağılımı) sosyo-ekonomik yurttaşlık hakları ile kapitalist piyasanın bölücü etkisi arasındaki ilişkinin bir işlevi olacaktır.
Genel bir toplumsal değer olarak bir eşitlik anlayışının gelişmesi evrensel yurttaşlığın gelişmesiyle olabilir.
Toplumsal yurttaşlığın köklü ve çoğu zaman şiddet içeren toplumsal değişikliklerin ürünü olduğu ileri sürülmektedir.
Modern yurttaşlığın 3 hazırlayıcısı vardır. Bunlar ;
- Sınıf çatışması
- Savaş dönemlerinde halk mücadelesi
- Göçtür
Bu görüşe göre toplumdaki  eşitsizliğin örüntüsünde önemli bir değişikliğin ortaya çıkması için toplumsal yapının sarsıcı bir şok geçirmesi gerekir.
Marksist söylemle; toplumdaki zenginlik ve güç dengesinde gerçek bir dönüşüm sağlamak için mevcut mülkiyet ilişkileri sisteminin sınıf mücadelesi aracılığıyla devrimci yoldan alaşağı edilmesi gerekir.
Eşitliğin nesnel koşulları uluslararasıdır. Çünkü yerel eşitsizlikler ülke içindeki tabakalaşmanın ürünü oldukları açıkça ortada olsa da ekonomik gerileme sanayisizleştirme ve bağımlılık gibi makro süreçlere bağlıdır.
Rekabetçi kapitalizm koşullarında eşitsizlik esas olarak parasal ilişkiler tarafından belirlenmekteyken,çağdaş kapitalizmdeki eşitsizliğin nedenleri;
İşsizlik, yaşlılık, etkin kimlik ve göçmenliktir. 
REFAH KAPİTALİZMİNİN PARAMETRELERİ
Eşitsizliğin belirleyicilerinden birçoğunun ekonomik sınıfla ancak dolaylı bir ilişkisi vardır.
Gelir eşitsizliğinin öncelikle yaşla, hane yapısıyla, etnik ve cinsel kimlikle, yani esas olarak toplumdaki atfedilmiş statülerle yakından ilişkisi vardır. Bu özellikler toplumsal sınıflarla ilintilidirler ama eşitsizliğin belirleyicilerinin daha çok saygınlık ve atfedilmiş rollerin bileşenleri oldukları açıktır.
Weber'in egemenlik doğası ve statü grupları konusundaki belirlemeleriyle karşılaştırıldığında Marx ile Engels'in ekonomik sınıf üzerinde duran görüşlerinin çağdaş toplumla ilişkisi zayıftır.
Kitlesel örgütlenmede güçlük çeken toplumsal gruplar toplumun kıyılarına itilirler, damgalanıp dışlanırlar. Kadınların yaşlıların etnik azınlık grupların onları kültürel gettolara tıkan ve eşitlikçi yurttaşlığa özgü kazanımlardan tam anlamıyla yararlanma olanaklarını sınırlayan bir toplumsal dışlanmaya maruz kaldıklarını söyleyebiliriz.
EŞİTLİK VE AYRICALIK
Eşitsizlik sorunu aynı zamanda ayrıcalıklılığın doğasıyla da ilgilidir.
Eşitsizlik sadece yoksulluk ve yoksunlukla değil, önemli ölçüde zenginlik ve ayrıcalıkla da ilgilidir.
Uygulanabilir ve istenir bir toplumsal hedef olarak şartlarda eşitliğe bağlılık büyük ölçüde özerk ahlaki birey ve bireysel sorumluluk kavramının ideolojik etkisine dayanacaktır.

Görülen o ki zenginlik yaratmada son derece başarılı olan modern kapitalizm; yoksulluk, yoksunluk, etnisite, ayrıcalık, sosyal statüler ve dahi nice farklı yönden bakılırsa bakılsın eşitsizlik yaratmada da son derece başarılıdır. 
Dahrendorfa göre,
Toplumsal rollerin  var olmasından ötürü, insan davranışları arasında uyumu sağlamak için onaylamanın gerekli olmasından ötürü, insanlar arasında derecelenme eşitsizliğinin de olması gerekir.
Bu anlamda toplumların kuruluşunda bulunduğu için toplumsal eşitsizliğin kaçınılmaz olduğunu ileri sürebiliriz.

Bryan Turner / Eşitlik 
Sosyal Politikalarda Etik Problemler Dersi 
Kitap incelemesi 

Çolpan Erdem - Ankara 
2013 / Mayıs