25 Ağustos 2012 Cumartesi

KOKUSU ÜZÜM



Sanki hiç belli etmek istemiyordu kendine bile, heyecansız ve soluk bir cümle gibi döküldü ağızdan. gözleri bir an uzaklara dalmışken,
özledim! dedi.  çok özlüyorum...
kırgın ama telaşlıydı...

Hüzün  bir beden büyük gelmiş belli üstüne, kollarından sarkıyordu. 

 Masada şarap, masada kadeh ve masada, kadındı!

Kocaman masaların küçücük kadını... Küçük masalarda dev!

Masanın da çok umrunda değil ya diye geçirdi içinden, olması da beklenmezdi...

Tek kelime etmedi neden sonra... kırmızısı ile  kadehindeki  ruj izinin, geçmişi arasında bir yerdeydi sanki.
Uzak diyar izleri yüreğinden kayar gibi, kokusu  üzüm olmuş da, kadehlere dolar gibi...


29 Temmuz 2012 /Dublin


.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Kasaba Mode On ;)))


Vakti zamanında bir Çinli büyüğùmüz demiş ki, Dünyada bir tek harika çocuk vardır ve her bütün anneler ona sahiptir!... çok doğru! Bırakın bir çocuğu, bana göre dünyada bir tane harika kedi var, o da benim oğlum, kaşığım... 
Anne babalar da öyledir aslında... Bir tane harika anne vardir, bir tane muhteşem baba ve hepimiz ona sahibizdir, hiç itirazım yok buna. Fakat benim ailem harika ve muhteşem insanlar olmalarının yanında, ayrıca 

Akdenizlidirler,şen şakrak kahkahalar atan, espirilerin birbirini kovaladığı sıcak kanlı insanlardır. Bizim ailemizde, insanlarin kendileri ile dalga geçmeleri ve incitmediğin ayıp etmediğin sürece baskalarina da hafiften takılmak son derece normaldir. Uzun yılların dostluklarının yaşandığı yemekli ev sohbetlerinde masadan önce kahkaha sesleri ve sonrasında çatal kaşık sesleri gelir. Ailelerin çocuklarının hepsi de aynı kültürü devam ettirir. Böyle anne babaların çocukları iseniz, üstünüzü kirletmeniz, durmadan düşüp kafanızı gözünü yarmanız sorun değildir, annenizi delirtinceye kadar soru sorar, karşı çıkarsınız. Bahsettiğim bu yapıdaki anne babalar köy öğretmenidir fakat eğer fazla ödev yapar çok çalışırsanız, mutlaka dışarıya oyun oynamaya gönderilirsiniz. Ne şahane di mi? Hayatımın hiç bir anında kimse bana az çalışıyorum diye kızmadı. Takdirname filan aldım diye de ödüllendirmedi. Tebrik edildi, gurur duyuldu, ama hiç abartılmadı. Bu durumlar ise bende hiç bir zaman, ders çalışmama, ya da takdirname almak için bir bahane arama durumuna itmedi. Öyle düşe kalka büyüdükten sonra yuvadan uçup kendime kurduğum küçük dünyayı büyütmeye o kadar çok odaklandim ki... 

Yıllar sonra dün akşam ise, hayatımdaki pek çok gereksizin ve pek çok gereksizliğin varlıklarını azaltmaya çalışarak döndüm kasabama...otobüste gelirken, tam Mersine girdiğimizde güneşin harika batışını gördüğümde, tek tek silmeye devam ettim... Burnumda garip bir kalkmışlık var Ankara'ya karşı. Beğenmiyorum. Elimde değil, içim almıyor. Son günlerde boğazımda bir el var gibi hissediyordum ya canim, o yok şimdi...burada....

Yaşamak için seçtiğim yer burasi degil ama, gelin görün ki insani benim insanim. Benim anılarim sokaklarinda koşturan. Zeytin ağacında ve limon kokusunda gezinen çocukluğum. Kimsenin kapılari çalmadığı, Makbuuş diye anneme seslenen genç, çocuk ve yaşlı insanlarin keyflerleri benim ailemin keyfi. Ve benim babamin busesi bayram sabahı beni uyandıran...
Kızımız gelmis, hoş gelmiş diye yemekler hazirlanan, bayram sabahi sevinçlerinin diri, coşkulu, ve çocuksu yaşandığı küçük kasaba. Sütlaç kokusundan mıdır nedir?  Bu kez nedir farklılığı bilemedim. Bi türlü çocukluğumdan dönemedim...


14 Ağustos 2012 Salı

Bir Fincan Hoşluk




Masum bir iman, yaz sıcağında oruç tutan mümini sudan korur da, şuur bir dehayı neden karanlıkta tutar? diye soran, sorgulayan dehaya engin saygımı ve teşekkürlerimi sunarak başlamak istedim bu bloğuma.

Şuur dehaya neler yapar? Neler Yapmaz? İkilemlerim arasında şuursuzca dolaşıyorken ben, içimdeki ritm eksikliğini çarpık ilişkiler ile canlandırma eğiliminde olduğumu düşünüyorum bazen. 

İçimde bir adalet duygusu,  başkalarına anlayışlı anlayışlı gülümserken balyozumu kendi kafamda parçalanmaktan asla geri durmuyor. 
bu sabah sesimi o kadar yükselttiğim için ne kadar  üzülsem az! diyor gün boyu sesim. oysa neler yapardı bana o yüksek sesin müsebbibi.. diyorum. Sonra yine aynı düşünce ... bu benle ilgili bişey ...

Ne kalacak ki geriye? Bizden, benden, sizden, senden ne kalacak ?... Ufak bir gülümseme ile anılabilirsek hayatta ne ala.. Durmadan kırgın gönüller bırakarak geride içine düştüğümüz koyu karanlığa hayran olmak mazoistliği ne zaman nerede son bulur hiç bilemem. Bilmek istemem. Dahasını söyleyemem...


Çok sıkıcı belki de. Belki de sıra, başkalarının da beni duyarlı bir biçimde düşünmesine gelmiştir. böyle bir zorunluluk yoktur, bu saygı duyulası bir şeydir, fakat hayatımda olmasalar da olurdur.


Belki de sıra gerçekten daha keskin hatlarla hayatımdaki insanları, işleri, ıvır zıvırları belirlemeye gelmiştir. Cümle alemin üzerimde kurdukları baskıyı hafifletmeye, kim ne bekliyorsa o derece ondan uzak durmaya gelmiştir. 


Starbucks kahvesi içmedim senelerce ben. Sırf ideolojik nedenlerden ötürü üstelik. Taki bir gün o kahvenin gerçekten de muadillerinden daha çok kaliteli olduğunu anlayıncaya kadar. Aynı zamanı, aynı ücreti, aynı hizmeti aldığım başka ürünlerde şöyle bir fincan şahane kahve içme keyfini yaşayamadığımı fark ettiğimden beri. 


Bir duruşu var tüm dünyada kahvecilerin. Tarzları var.. Konseptleri var... Hedef kitleleri var üstelik... Kimileri küçük kahve dükkanları, kimileri sadece take away, kimileri ayrıca şekerleme, çukulata gibi şeyler satıyorlar. Kimileri sessiz sakin, kahvenizi içip gazetenizi okuyabileceğiniz yerler. Kimileri sevgilinizin sizi kahve götürmek için seçtiği yer.. Kahve salt kahve içmekten öte bir dinamikler bütünü. Keyfiniz nasıl isterse öyle şekillendirebilirsiniz. Take away bir kahve de cezbedici olabileceği gibi, şahane bir kahve dükkanında kaliteli bir kahve içip kokusunu içinize çekebilme lüksü de son derece cezbedici olabilir. Ve kalitesiyle, kokusuyla, mekanın güzelliğiyle, yanında sunulan bir parça şekerleme ile, kahveniz için bir bedel ödersiniz. Zaman, para, önem vb bişeyler... İçinizde adaletli bir duygu oluşur. Her ne kadar ideolojiniz karşı çıksa da, nasıl da hakettiğini düşünürsünüz o ödenen bedelin. Sizi mutlu etmesi de cabasıdır üstelik. 


Basit bir ilişki kahve ile benim aramdaki, o tatda bir şey istemenin bedeli, kötü bir kahveden aldığınız saçma tatdan bin kat daha ucuz üstelik. Basit ilişkilerin pek çoğunda olduğu gibi, harcadığınız zaman, ağzınızdaki kötü tat, ve pişmanlık... 



Şimdi sırayı hayatımdaki pek çok şeyi sorgulamaya bırakmışken, bu basit ilişkiyi göz önünde bulundurmam yeterli gibi görünüyor. Bir kahve hoşluğu kadar ağzımın tadı olsa, belki de çokça yetecek bana...


9 Ağustos 2012 Perşembe

SENİN ANLADIĞIN

Dublinden dönemedim... Kalbim hala orada. O sakin dinginliğinde fırtınalar kopan şehir. Gönlü Akdenizde kalmış bir Avrupa'lı. Katolik bir çağdaş, olacak şey değil.  Hep o lacivert ülkeye gitmek isteyen bir tiyatro aşığı gibi geldi gözüme, söylemek istedikleri olan bir insan gibi... Durma söyle demek istedim... Senin suskunluğun mutsuz yapıyor beni... Ömrü hayatım bir yığın sıkıntıya maruz kalmadı mı? Şimdi kendimi nereye koysam biraz oralı, biraz yabancıyım. Biraz sakin ama en çok heyecanlıyım. Benim kalbim senin ruhun olmuş. Sen düşlemişsin, ben deneyimlemiş. Ele avuca sığmayan bir hayalci diyebilirsin bana, hırslarına yenik düşmüş bir aptal ya da. Ama sen en çok işine nasıl geliyorsa öyle diyeceksin. anlamadan, anlamlandırmadan, anlamaya hiç gerek duymadan, benim umurumda olup olmadığını hiç anlamadan... P Ama en çok neyim ben biliyor musun?  Yol yoktur, yürürsen yol olur diyen, diye düşünen, düşlerini gerçekleştirmeye öykünen bir zavallı gezgin. Fiziksel olarak eyleme dökemediği anlarda bile hayal eden, hayalle süslenen, hayalle güzelleşen, Camus okumadan çoook önce Yabancılaşan biri. Ben en çok neyim biliyor musun?  Bilme. Beni en çok sen bilme... Ne zaman bilmeye çalısşan ben uzak diyarlarda bir okyanus ürküntüsünde olacağım... Benim uzak diyarlarim senin şefkatlı kolların olmasın.  Ben en çok neyim biliyor musun?  Sen o kadar iyiysen, bana da söyle, Söyle de bileyim....

1 Ağustos 2012 Çarşamba

BRUKSEL'İN SARIŞIN BİRASİ SEKSİ SALATASI











Dört tarafi muhteşem görkemli gotik binalarla çevrili meşhur Grande Placein önündeki şirin cafelerin birinde oturdum, güneşli bir pazarin tadini çıkarmaktayım. 
Brükseldeki son sabahim canım Peter ile birlikte erken saatte bulusup Müzik Enstrümanlari Müzesini ziyaretimiz ile başladı. Bu müze azcık müziğe düskün herkes tarafindan gezilmesi harika, müzik ile haşır neşir herkes tarafindan ise mutlak suretle görülmesi gereken bir yer arkadaşlar. Anne babalara sesleniyorum, çocuklariniza playstation almak yerine bu müzeye getirin. Mimar, mühendis, sanatçi, sanatsever olmasını arzuladığınız bir çocuğunuz varsa zaten Avrupa'yı görmesini sağlamalısınız. Ufkunu gelistirmesinin yani sıra tarihe olan düşkünlüğünü de arttırmış olursunuz bu yolla. Dün gece kaybolarak su an Adalet sarayi olarak kullanilan binanin önünden geçtik. Nasil bir görkem nasıl bir ihtişam, nasıl bir mimari, nasıl bir teknik. Binaların içi bir başka dışı bambaşka. Her bir duvarın dış cephelerine o heykelleri nasıl diktiniz? O devasa direkleri nasıl yaptınız? 

Müzik müzesine dönecek olursak eğer. traditional bölüm ilk katta, hemen sağa dönünce ise Türk çalgılarını görüyorsunuz. Tar, bağlama gibi birsey ve diğer çalgılar. Girişte size bir kulaklık veriyorlar. Bütün çalgilari dinleyebilmeniz için. Gerçekten harika. Enstümanların evrimlesmesini müzeyi gezerken birebir görüyorsunuz. Devasa büyüklüktesi saksafon, 1400 yılından kalma piyano, doğu çalgıları. Hepsi heyecan verici ve büyüleyici. Seslerin de evrimleşmesi diyebiliriz bu duruma. Londrada da gitmiştim böyle bir müzeye ama orada sesleri dinleyemiyordunuz. 

Etrafta kulaklıkla oradan oraya koşturan çocuklar var. Avrupali insanin çocuklarına küçük yaşta aşıladığı bilinçlere hayran kalmamak elde değil. İki kız çocuğu gördüm, yaklaşık 10 yaşlarında. Ellerinde bir kitap enstrümanlar hakkinda çalışıyorlardı. Cok hoşuma gitti gercekten de. 

Piyanolar da öyle.. Sanırım en çok onlardan etkilendim. Bir de asya çalgılarından. Japon, Çin vb. Harikalardı gercekten de... 
Müze Grand Place'e çok yakın giriş biletleri ise 26 yaş üstü insanlar için 5 euro. Brüksele gelirseniz mutlaka görün derim. Size tavsiye edebilecegim prk fazla yer yok çùnkü ben de çok kısa bir süre için buradayim. Fakat yine de söyleyebileceğim bir diğer şey, Atomium u gezmeniz. Oranin üst katından ise bizim minya türkümüz benzeri bir mantikla yapılmış olan MinyaEuropa. Eğer avrupanin belli başlı destinasyonlarını görmemis iseniz güzel olabilir. big bang filan var orada...AB parlemantosunu da görebilir, içine girebilir, pek çok toplantiyi dinleyebilirsiniz. Şehrin tam göbeğindeki oteller görece olarak uygun fiyatlilar. ibis otel 70 euro civarinda ki gayet uygun. Yemekleri fena değil. Fakat artik ben yemek konusunda hassas Turk insanları için tavsiye alınacak doğru kişi değilim. Hatirliyorum da eskiden seyahete çıktığımda kilo verip ve açlıktan ölüp dönüyordum. Vallahi şimdi pek çok şeyi hem de severek yiyorum. Sorry for this. Ama bi tane kebapçı gördüm. sultans of the kebap yaziyordu. de broucke metro çıkışının hemen yanında. 

Brüksele tepeden bakin. Adalet sarayınını görün. Mutlaka çukulata yiyin. Gerçekten harikalar... Kendi adıma Fransızca konuşulan bu ülke insanlarını Fransızlardan daha asil ve insancıl bulduğumu söyleyebilirim.
Zenci göçmenler bir hayli var. Pek çoğu müslüman üstelik. Havaalanından gelirken Malik diye bir çocuk bana yardimci oldu. Müslüman bir afrikalı. Pek ingilizce konusamiyor ama gayet iyi anlaştık. Bana otele kadar eşlik etti. Ben de ona kahve ısmarladım. Bu garibim, memleketinde ailesini bırakıp Brüksele gelmis. Gine de futbol okumuş şimdi burda iş arıyormuş. Daha 19 yaşında. Bana hemrn Fenerbahçeeee dedi. Turklere müslümanlara hayran. Burada bir oda tutmuş yalnız yaşıyormuş. Nedense çok üzüldüm. O küçücük çocuk kalkıp hiç bir şeyini bilmediği bu ülkeye geliyor, iş bulmak hayatını düzene sokmak için. Neden kendi ülkesinde yapamiyor ki bunu?  Sosyal politilakarda Göçmenlik konusunu çok önemsediğimi pek çoğunuz biliyorsunuz. Bu duyarlılık bende Londrada oluştu. Ve de hızla büyümekte...


Eveet gelelim seksi salad meselesine. Bu ifade aslında biraz nasıl sunduğunuzu anlatmak için kullanılan bir ifade. Yemeğin lezzeti kadar sunuluşunun da önemini göstermek için. Sarışın bira ise, buralarda çok yaygın olan siyah biranın tersi olarak kullanılmakta. Garson soruyor , blond or black? ;)) 

Şimdi  saat 5. 24 benim uçağım 9da. 9.45de Dublinde olacağım. Havaalanina nasıl gideceğimi pek bilmiyorum. Peter sıkı sıkı tembih etti gitmeden. Bak güzelim önceden sor, macera yaşama diye. Ama tabi ki ben daha hiç bir aksiyona geçmedim. 45 dakika sürmüyor tabiki Dublin, saat farkindan dolayı öyle. Deniz geçecegim birazdan. Ben THY fanıyımdır, şimdi bineceğim saçma hava yolu yemekleri filan satıyorlar. O yüzden bişeyler yiyip öyle gitmek için izninizi istiyor kendimi brüksel lahanasi aramaya adiyorum ;))) 

Dublinde görüşmek ümidi ile...

Öptüm öptüm...

Çolpy...
brussels.....

29. Temmuz 2012....

P.s. Bu yazi ne zaman yayilanacak bilmiyo