23 Nisan 2013 Salı

MUTLAK ZİKİR KEMALİNE MAZRUF MUDUR ?


İyilik deyince akla, güler yüz, hoş görü, mutluluk, sevinç, güzel niyetler, güzel davranışlar, karşısındakini asla kırmayacak harika insanlar gelir. Mutlak zikir kemaline mazruftur yani. Hiç birimiz iyi ile tanımlanmış bir şeyi, gözümüzün önüne kötü karanlık çirkin olarak getirmeyiz. İyi insan deyince de algısal olarak tanımladığımız, gözümüzde canlandırdığımız bir insan tipi vardır. Bizim gibi bir insandır o. Kötü olanlar başkaları, diğerleri, ötekileridir. Zaten yeterince kötü olmasalardı bizim gibi olacak olanlardır!...

Yan yana gelmiş, bir arada duran  iki iyi insan arasında ise gizli bir çıkar ilişkisi vardır. Hiçbir iyi insan kendisine faydalı olmayan ikinci iyi insanı ‘’iyi’’ bulmayacaktır çünkü.  Bence daha çok manevi ve hatta duygusal alanlarda bir iş birliği, karşılıklı menfaat ilişkisi üzerine kurulu olan bu fayda ve faydalı iyilikler,  iyilik budalalığı diye tanımladığım olgunun ortaya çıkmasına neden olan en önemli etkendir.
İyi insan, en soylu duygulardan biri olan vicdan ve merhamete başka hiç kimsede olmadığı kadar çok sahiptir. Hırs, intikam, bencillik gibi duygular kötü insanların sahip oldukları duygulardır. Ancak iyilik budalaları tüm kavramları ve anlamları birbirine karıştırmışlardır.

Çünkü iyilik budalaları, iyiliğin getirdiği şan şeref ile böbürlenmek, zümresinde daha çok sevilmek, en çok sevilmek için görgüsüzce yapılan, bu iyilik hissi başka hiçbir neden olmaksızın herkese ve her şeye doğru içinden geliyormuş gibi gösterilmeye çalışılan bir çeşit budalalıktan başka bir şey değildir.  
Bu süper  iyi insanların affetmek, anlayışlı olmak gibi pek çok erdemli duyguları, başkalarına karşı tutarsız bir iyilik budalalığından başka bir tavır sergilemeye cesaret edemeyişlerinden dolayıdır. çok iyi insan olmak şan şeref getirirken bir yandan, bir yandan da işledikleri tüm günahların üstünü sessizce örterler.

Asla seslerini yükseltemezler.  Kimse için kötü olamazlar. Asla hayır diyemez, herkesi aynı derecede severler!
Öyle ya tarih boyunca  kötü insandan daha değerli olan iyi insanın sessiz sedasız ve çok tatmin olduğu çok değer görme duygusunu asla kaybetmemesi için kimseyi üzmemesi gerekmektedir.

Kötü İnsanlar cephesine geçip üzerine uzun uzun yazmak isterim fakat ne yazık ki öyle bir zümre yok. Kötü insan mı? Pek komik! Şu dünyada bir tane iyi insan vardır hepiniz o kişisinizdir. Herkesler herkesler ise size kötülük yapmışlar, incitmişler, hırpalamışlar ve hatta hiç de sizi anlamamışlardır… Neyse ki süper iyi insan olarak iyilik budalaları, kinlenmek ne demek, kendisine tokat atana diğer yanağını uzatmıştır. Aman da aman ne yüce gönüllülük!




Öte yandan bazı şeylere kinlenen gıcık olan, bazı kötü insanlar vardır.
İyi eğitimli olmanıza, sıcak yuvalarda büyümüş olmanıza, bırakın asgari koşullarda bir yaşamı, üzerine pek çok lüksü yaşayabiliyor olmanıza kinlenmiş olabilirler. çocuklarınızın da iyi eğitimli olmasına, çocuklarınıza sağlıklı ve ihtiyaçları olan gıdaları sağlayabiliyor olmanıza, insana yaraşır işlerde insana yaraşır olanaklarla çalışıyor ve yaşıyor olmanıza kinlenmiş olabilirler. Fakirlikleri babalarından kendilerine, kendilerinden çocuklarına sonsuz bir döngü ile devam ederken, hiç şans verilmemiş olmalarına sonsuz kere kinlenmiş olabilirler. Akşam evlerinde çocuklarıyla şakalaşan bir baba, komşusuna yardım eden iyi kalpli bir kadın, şekerini arkadaşıyla paylaşan bir çocukken kinlenmeyi öğrenmiş olabilirler.

Peki Kime karşı kinlenir, bütünleşir, kötü olurlar?

Yırtıcı kuş örneğindeki gibi Nietzche’nin. Kuzuları yakalayan büyük yırtıcı kuşu kötü belleyen kuzular, o yırtıcı kuşa benzeyen her şeyi kötü, tam tersi olan her şeyi iyi bilirler.

Her nerede, nasıl, hangi yönüyle bakarsak bakalım, hemen hemen bütün dillerde iyilik, yarar sağlayan, yararlı  kavramları ile özdeşleşti ve bu nedenle iyi kendini hep yararlı, dolayısıyla en yüksek derecede değerli olduğuna inandırdı.
İyi deyince akla, çiçekli böcekli renkli mi renkli bahar gibi, etrafa saçılan pıtırcıkları ile sevginin saygının erdemin türlü soylu duygu ve düşüncenin barınağı gibi bir şey geldi. Neyse ki iyiliğimizden emin olduk. Neyse ki  mutlak zikir kemaline mazruftu  ????

Hepimiz o derece haklı.

Çolpan ERDEM

Nisan 2013- Ankara



Çocuk İşçiliği







2.1. Çocuk İşçiliği 

Sorun, Çocuk İşçiliği sorunudur. Çalışmak kavramı çocuk dünyasında henüz tanışılmamış öğrenilmemiş ve deneyimlemek için fiziksel ve ruhsal olarak son derece erken bir kavram olduğundan ötürü, çocuk için bir çeşit zorlama, istismar etme, sürükleme olarak adlandırılabilir.  Ayrıca çalışan çocuklar, çocuk hakları ellerinden alınarak, yaşamları boyunca kendilerini etkileyecek fiziksel ve ruhsal travmalar yaşamış ve yaşayacak olan çocuklardır. Bu nedenle çocuklukları olduğu kadar yetişkinlikleri de yara almış çocuklardır.
Küreselleşen dünya, zenginliğini, konforunu, türlü türlü olanağını adil bir şekilde paylaşamadığından, gelişmiş bir ülkede mutlu ailesinin yanında çekiştirerek oynadıktan sonra bir köşeye atıp bir daha asla kullanmayacağı o oyuncağı gelişmemiş bir ülkede yaşayan bir çocuk işçiye yaptırmaktadır. Bütün dünyanın sessizliğinden anladığımız kadarıyla kabul ettiği bir gerçektir bu,  şu an Çin’de bir fabrikada, hatta ben şu an bu makale üzerine çalışırken gözü yaşlı milyonlarca çocuk çalıştırılmaktadırlar.

Henüz gelişme döneminde olan çocuklar için çocuk emeğinin en kötü biçimlerde kullanılması pek çok zihinsel, fiziksel, sosyal sorunu ayrıca ilerideki yaşantılarını etkileyecek olan eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlere erişememesinden doğacak olan sorunları beraberinde getirmektedir.

Türkiye’nin onayladığı Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 1. maddesi, 18 yaşından küçük herkesi “çocuk” olarak tanımlamaktadır. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ise, 15-24 yaş grubunu genç işçi olarak kabul ederken, 15 yaşın altında aile bütçesine katkıda
bulunmak ya da yaşamını kazanmak amacıyla çalışanları “çocuk işçi” veya “çalışan çocuk” olarak adlandırmaktadır. (Tor, 2010).

Çocuk işçi kavramı Türk  İş mevzuatında 4857 sy  İş K. M. 71 uyarınca 06/04/2004 tarihinde çıkarılan, ÇOCUK ve GENÇ  İŞÇİLERİN ÇALIŞTIRILMA USUL ve ESASLARI HAKKINDA YÖNETMELİK’e kadar tanımlanmış değildi. Söz konusu bu yönetmeliğin 4 . maddesinde;
* Genç işçi : 15 yaşını tamamlamış, ancak 18 yaşını tamamlamamış kişiyi,
* Çocuk işçi : 14 yaşını bitirmiş, 15 yaşını doldurmamış ve ilköğretimini tamamlamış kişi olarak tanımlanarak ILO’nun yaptığı bu ayrım resmi olarak kabul edilmiştir. Yönetmelikte 
çocuk ve genç işçi ayrımlarının bulunması her ne kadar kanun ve yönetmelik vasıtasıyla Çocuk İşçiyi koruyuc önlemler getirmiş olsa da, ulusallararası düzenlemelerdeki kavram ve terminolii ile bütünlük sağlamada zorlukları beraberinde getirmektedir.
  
2.1. Türkiye’de Çalışan Çocukların Genel Durumu

Çocuk Haklarına dair Sözleşme’nin 32’nci maddesi, çocuğun “tehlikeli olabilecek ya da eğitimini engelleyebilecek ya da sağlığı veya bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaksal ya da toplumsal gelişimi için zararlı olabilecek herhangi bir işte çalıştırılmasına” karşı korunma hakkını savunmaktadır.

Ayrıca İLO ‘nun Temel Haklarına İlişkin 8 maddesinden bir tanesi Kötü Şartlardaki Çocuk İşçiliğinin yasaklanması ve Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Acil Önlemler Sözleşmesidir.
Söz konusu bu sözleşmeye göre ;
·          Çocukların alım-satımı ve ticareti, borç karşılığı veya bağımlı olarak çalıştırılması ve askeri çatışmalarda çocukların zorla ya da zorunlu tutularak kullanılmasını da içerecek şekilde zorla ya da mecburî çalıştırılmaları gibi kölelik ve kölelik benzeri uygulamaların tüm biçimlerini; 
·         Çocuğun fahişelikte, pornografik yayınların üretiminde veya pornografik gösterilerde kullanılmasını, bunlar için tedarikini ya da sunumunu; 
·         Çocuğun özellikle ilgili uluslararası anlaşmalarda belirtilen uyuşturucu maddelerin üretimi ve ticareti gibi yasal olmayan faaliyetlerde kullanılmasını, bunlar için tedarikini ya da sunumunu; 
·         Doğası veya gerçekleştirildiği koşullar itibariyle çocukların sağlık, güvenlik veya ahlaki gelişimleri açısından zararlı olan işler olarak tanımlanan ‘’En kötü biçimlerdeki Çocuk İşçiliği (madde 3) ‘’,   Bu Sözleşmeyi onaylayan her üye ülke tarafından  acil bir sorun olarak yasaklanmasını  ve ortadan kaldırılmasını temin edecek ivedi ve etkin önlemleri almakla sorumludur (madde 1).

27 Haziran 2001 tarihinde 24445 sayılı resmi gazetede yayınlanan Bakanlar Kurulu kararı ile kabul edilen bu sözleşme sonrasında çeşitli düzenlemeler yoluyla çocuk işçiliğinin önüne geçilmek için adımlar atılmış olmasına rağmen, gelişmekte olan diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de çocuk işçiliği tamamen ortadan kaldırılamamıştır.


 ILO katkısıyla DİE tarafından gerçekleştirilen Ekim 1999 Çocuk İşgücü Anketi temel göstergelerine bakıldığında 63,416,000 olarak tahmin edilen Türkiye nüfusunun % 25.4'ünü (16,088,000 kişi) 6-17 yaş grubu insanlar oluşturmaktadır. Türkiye genelinde 6-17 yaş grubu arasında bulunan 16,088,000 çocuğun içerisinde ekonomik faaliyette bulunanların oranı %10.2 (1,635,000 kişi) olarak tahmin edilmiştir. (http://www.ilo.org/public/turkish/region/eurpro/ankara/areas/child.htm) . ILO verilerine göre bu oranlar   Ekim 1994 Çocuk İşgücü Anketi sonuçları ile karşılaştırıldığında, 1994 yılında 6-14 yaş grubundaki çocukların % 8.5'i ekonomik bir faaliyette çalışmakta iken, Ekim 1999'da bu oran % 4.2'ye düşmüştür.  5 sene içerisinde neredeyse %50 civarında bir düşüş gerçekleşmiştir.  
TÜİK istatistiklerine göre istihdamda bulunan çocuk sayısı azalmaya devam etmiş ve 1999-2006 yılları arasında 2. 269.000’ den, 958.000’e düşmüştür. Unicef Türkiye Çocklarının Durumu Raporu (2011) de de belirtildiği üzere bu durum 6-17 yaş aralığındaki bütün çocukların %5,9’unun bir tür ekonomik faaliyet içinde istihdam edildiğini göstermektedir.
DİSK-AR Çocuk İşçiliği 2013 raporunda ise aynı dönemde Türkiye’nin  istihdamdaki çocuk işçiliği ile mücadelede ivmesini kaybettiği belirtilmektedir. 1994-1999 yılları arasında istihdamdan çekilen çocuk işçi sayısı yıllık ortalamada 128 bin iken,  1999-2006 yılları arasında yıllık ortalama 74 bin olarak gerçekleştirildiğine dikkat çekilmektedir.

  Nisan 2013 TÜİK verilerine göre Ekonomik faaliyette çalışan 6-17 yaş grubundaki çocukların istihdam oranı %5,9’dur. Bu yaş grubundaki  istihdam  oranı  2006 yılı sonuçlarına göre aynı düzeyde kalırken, çalışan çocuk sayısında 3 bin kişilik artış gerçekleşmiştir. Çocukların istihdam oranı, 6-14 yaş grubunda %2,6, 15-17 yaş grubunda ise %15,6’dır. Türkiye genelinde 6-17 yaş grubunda istihdam edilen çocukların %44,8’i kentsel, %55,2’si kırsal yerlerde yaşamakta olup, %68,8’i erkek ve %31,2’si ise kız çocuklarıdır.


Kaynak:TÜİK


Çalışan çocukların %44,7’si (399 bin kişi) tarım, %24,3’ü (217 bin kişi) sanayi ve %31’i (277 bin kişi) hizmet sektöründe yer aldı. Sektör bazındaki sonuçlar, 2006 yılı sonuçları ile karşılaştırıldığında tarım sektörünün istihdam edilenler içindeki payı 8,1 puan artarken, sanayi sektörünün payı 6,6 puan ve hizmet sektörünün payı ise 1,5 puan azaldı.


                                           Kaynak:TÜİK

Çocuk işçiliğinde bir diğer önemli  konu ise ücretsiz aile işçiliği konusudur. İstihdam içinde değerlendirilmeyen ev işlerinde çalışan çocukların sayısı 1999 yılında 4 milyon 447 bin iken, 2006 yılında bu sayı 6 milyon 540 bine ulaşmıştır. 2012 yılı için ise bu rakam yaklaşık 1 milyon kişi artarak 7 milyon 503 bine yükselmiştir. Böylelikle 5-17 yaş arası toplam çalışan çocukların (istihdama katılan ve ev içinde çalışan) sayısı 8 milyon 397 bine ulaşmıştır.  Toplamda çalışan çocukların tüm çocuklara oranı 1999’dan bu yana % 41’den % 56’ya çıkmıştır.  ( DİSK 2013 Çocuk Raporu)




 Çolpan ERDEM
YBU - Sosyal Politikalar Yüksek Lisans
Çocuk Koruma Politikaları Dersi
Ankara - Nisan 2013 

(Not: Bu çalışma henüz tamamlanmamış bir makalenin ilgili bölümüdür)


7 Nisan 2013 Pazar

Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu Üzerine Biraz Söylenme



Yıllar yıllar yıllar önce izlediğim, Robert De Niro'nun baş rolünde oynadığı kült film ' Taksi Driver' da, bilge taksi şoförü sevgili Robertcığımıza dedi ki, ' İşin Karakterin ' olur dostum! Ben o ergen ruh halimde nedendir bilinmez bu lafa öyle çok kafayı taktım ki sormayın, her yerde söyledim durdum. Filmi sorsanız başka hiç bir şey hatırlamam neredeyse, ama o laf bugün bile beni çok içerilerden bir yerden vurur. Belki 'İşi' karakteri olanlardan oldum da, içten içe hoşlanmadım bu işten! 

Weber , Protestan Ahlakı ve  Kapitalizmin Ruhu adlı kitabının 1920 baskısındaki notunda hoşça belirtmiş ki, bu kitap bir din adamının dinle ilgili yazdığı bir kitap değildir. Fakat dinlerin epey kaba saba halleri vardır ve zaten kaba saba olduklarından fazlaca etkili olmuşlardır.
Dinler ve daha ötesi dinlerin etkisi konusunda bendeniz belki hiç bir şey söylememeliyim. Çünkü son derece yansız ( yani hepsine aynı mesafede uzak) ve fakat oldukça az bilgi ile olumsuz tepkimeler içerisinde bir insanım. O nedenle kapitalizmin ruhunu dini bir temele dayandıran bu sav beni taa kitabın başlığını okurken bile kabul edici bir bakış açısıyla okuyan bir okuyucu yapmakta. Bütün dinlerin başımıza ördüğü çorapları anlatan bütün kitapları okurken, birbirinden hiç değişmeyen bir içsel kabul ediş ve ben biliyordum zaten ukalalığı ile okuyacağıma eminim. 
Fakat aynı şekilde bildiğim bir başka şey, tüm bunların insan eliyle/zihniyle  kurgulanmış olması. Her hangi bir tek tanrılı din yok ki bu yüzden, savaş olmadan, kan dökülmeden, birbirlerini kesip biçmeden yayılmış olan. Bu noktada Din mevhumuna değil asla tepkim. Dini alan, avuçlarında oynayan, bir o yana bir bu yana atıp tutan egoya, erk savaşlarına...İnsana yani. Dini kullanmayı akıl eden o ilk insana! 

Ve Weber anlatırken kapitalizmi bile....

Kapitalizmin aslında ekonomik olarak çok daha uzun yıllardır var olduğunu, fakat işveren bakış açısının çirkin yüzüyle bu hale geldiğini anlatır. Beyaz adamın yerlilerle tanışması yani.
 Beyaz adam bir gün köye gitti, köylerinde yaşayan örgücüleri işçi yaptı! Acımasız rekabet başladı saflık bozuldu. Epeyce para kazanıldı ve bu servet faize yatırılıp tekrar işletildi. Eski rahat ve sakin yaşamın yerini katı kurallar aldı ve bu oyuna dahil olanlar daha çok para kazandı! 

 Beyaz adam protestandı! ....

 Atasözlerinde de dediği gibi Katolikler derin uykularındayken protestanlar çok iyi yiyorlardı. Çünkü Katoliklerin inanışları gereği hırslı bir yaşam sürmelerine ihtiyaçları yoktu. Günlük kazançlarını arttırmak için daha fazla çalışmak istemiyorlardı. Başkalarına yardım etmeyi, paralarını dünya zevkleri için harcamayı da seviyorlardı.

"Unutma ki zaman paradır, unutma ki kredi paradır, unutma ki para üretimi güçlendirici ve verimli bir yapıya sahiptir, unutma ki iyi bir ödeyici herkesin cüzdanının efendisidir" diyen Protestan öğretisi, kredi sağladığı için şerefli olmayı, dakik ve çalışkan olmayı öğütledi. Paraya dönüştürülebilen ahlaki yaklaşımlar erdemli oldu. Yarar sağlamıyorsa erdemsiz. 
Paraya çevrilip çevrilmediğiyle ilgili olan bir çeşit ahlak anlayışı karşısında şu an pek çoğunuzun kanı çekiliyordur tahminimce. 

Weber kitabın 2. Bölümünde Protestanlığın farklı tarikatlardaki biçimlenmesini anlatır ki aslında kendi adıma konunun en çok merak etmediğim kısmı budur. Bütüncül olarak anlayabilmek için elbette önemli olan bu tarikatlardan Kalvanizm 'ilahi takdir' öğretisinden bahsederken, bir başka kanınızın çekilme haliyle karşı karşıya kalabilirsiniz. Ki Kalvanizmin Otokrat bir Tanrı anlayışına sahip olmasının travmatik etkilerinin pek çok alana yansımış olabileceğini düşünüyorum. Bu otokratik Tanrı insana takındığı incitici tavırla ve Tanrının Yüce Şanı dayatmasıyla birlikte elbette kendini küçücük ve değersiz hissettirmiş olmalı insan yaratığına. Ve zorbasını arayan genç kız edasıyla daha da küçülmüş olmalı insan, durmadan büyüyen Tanrı karşısında.
İnsanların bir kısmının kurtulacağı yani seçilmiş insan vasvatası da sanırım umut fakirin ekmeği kumar ha kumar kadar planlanmış  bir kapitalizm söylemine dönüşmüştür. 

Seçilmiş insan çok çalışmalı, dakik, dürüst, şerefli olmalı. Böylelikle daha çok para kazanmalı, ve daha çok kazanmalı ki sevgili Tanrısının gözünde değerli olsun! Hollanda, İngiltere, Fransa  gibi .... Tanrılarının yüce şanını koruyan bu ülkelerde kapitalizm oldukça gelişti. Meslekler gelişti, uzmanlıklar gelişti. Meslekler karakteri oldu insanların, yeni karakterler yarattı ya da meslekler..

Ekonomik belgelerin var olduğundan beri,Çin'de,Hindistan'da Babil'de Eski Akdeniz uygarlıklarında , kavramsal ve defter tutma yöntemleri göz önünde bulundurulduğunda kapitalizm vardı. 
Doğu , bilimin matematiğin astronominin varlığıyla taçlanırken o vakitler, kapitalist bir bakış açısı içerisinde olmamalarının nedeni de aslında kaba saba da olsa hayatımızın her anını etkileyen dini inanç sistemleriydi. 

Protestanlık kapitalizme ruhunu ufak ufak yansıtırken acaba Kliseye baş kıldıran ve bir mezhebin kurulmasına öncülük eden, o yakışıklı adam, ahhh o yıllarca hayranlık beslediğim baş kaldırısına, 
ufak paralar karşılığında  günahları bağışlayan kliseye isyanına karşılık,
bugün yarattığı bu dünyada sevabını bile satmaya hazır milyonlarca insanın varlığından haberdar mıdır?


Huzur İçinde Yat Luther ....




Çolpan Erdem
Sosyal Bilimlerde Etik Dersi
Eleştiri 




5 Nisan 2013 Cuma

Uçuş Uçuş Uçuşmuş


bahar gelse gelse gelse konuverse kalplere... çiçeklenmiş suratlara makyaj yapmaya gerek yok ...
keyfim pek bi yerinde, hiç başlamadan söylenmeye, bir bahar gibi gelip içime konmuş her şeye ve herkese bir kelebekli ve nazik  bir prenses öpücüğü gönderiyorum. tam da şu an bunu hissettiniz bazılarınız :)

kalabalığını sevdiğim ruhumda, içre bir heyecan, bir hareket, enine boyuna düşünülmüş, ve yıl sonu hesabını kapatmış bir muhasebe memuru edasıyla arkasına yaslanmış bir esmer var.

uçuş uçuş uçuşmuş mis kokuları etrafa, esince rüzgar miski amber kalbinden çıkar,  parfüme gerek yok hiç .


içimde bir esprili bahar var .





Çolpan
Baharbaşı Güneşli Bir Ankara
2bin13



1 Nisan 2013 Pazartesi

Benim Aşka Bakışım



Yağmur yağıyor olduğunda Ankara’ya gece vakti,  bizim okulun ders çıkışında, kiminin kocası gelir, kiminin sevgilisi... Bazılarının arabası vardır. Diğerleri arka kapıdan otoparktan, bir tek ben ana kapıdan yürüyerek çıkarım. Islanmak mı?  Yalnızlık kadar ağır bir histir bazen, yalnızlık kadar hafif bazen, şahane!


 Ağzımda küfürün biri bin para lanet sokaklarında, arabaların kıyafetlerimi baştan aşağı suya buladığı anlarda, mırıl mırıl şarkılar söylerim... Durup etrafa baktıran güzellikler fark ettiysem eğer, durup etrafa da bakarım yağmur çamur başımdan aşağı boca olurken. Akşamüstü Alman büyükelçiliğine bulvar üzerinden geçerken durup bir kaç dakika bakın örneğin, şahane bir ışık süzmesi ve çatılarında bir Avrupa şehri göreceksiniz yahut dolunay varken tam Kuğulu parkta gece harika renklerini serer önünüze. Durursanız, durup bakarsanız…


Çekip gitme fikrim, fena halde sarıverdi ruhumu  bu yağmurlu gecede. Aşk bir sebepten gel gir ruhuma diye mırıldanırken caddede, gördüm kendimi, gittim bile o an ;) Tam da o andaki görüntümü gördüm, diz altında trençkot ,topuklu klasik ayakkabılar,  gereğinden fazla ince bacaklarım, elimde evrak dosyası, baya türk filmlerinden fırlamış kıyafetle yağmurlu bir akşam üstüsünü gördüm.

Bir katolikle Martin Lutheri tartıştığımı, bir muhafazakâr Türk Müslümanla İbni Rüşdü. Düşünüyorum, kafa patlatıyorum anlamak için. Zorlaşıyor o vakitler aşkın bir sebepten dünyama girmesini beklemek. Bu kadar aşk varken içimde, bu kadar aşk doluyken ben yaşama, öğrenmeye, yeni yerler görmeye... Ben bu kadar 3 ay Ankara’dan çıkmadım yeni bir şey görmedim diye bunalıma girerken, aşkı çağırmak kadar aptalca olur aşka gitmemek... Hissettim onu, o uzak ülke, o uzak şehir, o özlem, o yeni duygu bilmediğim, benim aşka bakışım... Bekliyor beni... Biliyorum...
Söz verdim gece gece bir kez daha... 

Bekle beni,

Geleceğim.... 

Çolpan
İkibin13 , nisanın başı