13 Haziran 2013 Perşembe

DİLİN ETİK DEĞERLERDEN UZAKLAŞMA NOKTASI: BİR STATÜ SAVAŞI OLARAK AYRIMCILIK



Konumuz, Söylem ve Etik. Söylemlerimizde etiği ahlaki bir değer olarak ortaya koyduğumuzda aslında hangi kelimeleri kullanacağımızdan öte, hangi kelimeleri kullanmayacağımıza odaklanmamız gerekiyor. Etik konusu etik olmayanı konuşmadan anlaşılamayacak bir konudur bana göre. Bu nedenle birazdan anlatacaklarım dilin etik değerlerden en fazla uzaklaştığı yerden ,‘ Ayrımcılık’ kavramından başlayacak. Başlangıç noktasına ayrımcılığı koymama karar verdiğim an itibari ile;   ‘’Dil ve Ayrımcılık’’, ‘’Dildeki ayrımcılık’’, ‘’Dilin ayrımcılığa etkisinin etik boyutları’’ konuları kafamı kurcalarken okuduğum bazı şeylerden etkilenmemiş olduğumu söylesem yalan olur, hayranlıkla etkilendiklerim var desem gene yalan. O nedenle direkt olarak kendi savımı ortaya koymak istiyorum girizgâhı daha fazla uzatmadan.
Bana göre söylemlerimizdeki ayrımcılığın çıkış noktası ‘’statü savaşıdır’’.  Fakat bu problem, statü sahibi olan ile statü sahibi olmayan arasında vuku bulurken ekonomik ve sosyal şartların hiçbir önemi yoktur.
‘’Entel dantel’’ diyerek aşağılanan bir filozof ile ‘ Allah’ımın köylüsü ‘ diye aşağılanan Mehmet Amca belki de hayatları boyunca sadece bu düzlemde son derece eşit olarak yargılanırlar.  Ve her ikisi de eşit ölçüde mağdurdurlar ilk kez.
Konuşma eylemini dâhili ve harici olarak 2ye ayırırsak, dâhili konuşma düşünme ediniminden başka bir şey değildir. Wittgenstein ahlakın,  dinin ve hatta felsefi söylemin dilin sınırlarını aşacağını zikrediyor, son derece gerçekçi bir önerme olarak görüyorum bunu. Lakin bir yandan da elbette ki ! dahili bir konuşma olarak adlandırılan düşünce, bir konuşmadan çok daha ötesidir diye düşünmemek elde değil.
Özgürce düşündüğümüz yegâne yerde, (iç dünyamızda, zihnimizde)  dışa vurumlarımız etrafın resmi, gayri resmi, samimi, uzak, aile, eş dost, sevgili, kardeş farklılıklarında değişkenlik gösterir. İletişim biçimimizi seçtiğimiz kelimelerle düzenler, mesafemizi de ona göre ayarlarız. Ahlak, din ve felsefenin etkisi ve sınırları aşan gücü elbette önemliyken, çok daha fazla değişkenin dilin sınırlarına giriyor olduğunu, bazen söylemememiz gerektiğine son derece emin olduğumuz şeyleri söylediğimizde anlıyoruz. Ahh bir şeytan gibi sızmış içimize, beynimizi ele geçirmiş ve kelimeleri ansızın uçurumun kenarından itivermiş gibi olduğunda. Anlıyoruz tetikleyicilerin çok daha fazla olduğunu…

   Düşünce özgürlüğü düşünmenin var olmasıdır derler ya, konuşma da öyledir bir bakıma. Sorun konuşma ya da konuşamama sorunu değil, düşünme ya da düşünememe sorunudur tam da bu nedenle. Yansıtacağımız tüm duygular, bütün dinamiklerin, inanışlarımızın, ahlak anlayışımızın ve anlamlandırmalarımızın kafamızın içinde şekillenmesi ile başlarken, dışarıya çıkışında kaygı düzeyimizde belirlenir. Ayrımcılıklardaki Statü Savaşları ise,  karşılıklı bir çaba ile statülerin korunması çabasıdır.   Bu nedenledir ki, dilde ayrımcılıklar en çok mesleklerle, sonra ırklarla ve dinlerle  belli ederler kendilerini.  Hayatımızın hemen her alanında çok fazlaca egemen etkiye sahip Din, neden daha geri sıralarda bu açıklamada derseniz eğer, size 2 nedenle açıklayabilirim bunu.
Birincisi, dinler, değerler ve inançlarla ilgili olduğundan tüm toplumlarda saygı duyulan ve alalen olumsuz konuşulmayan olgulardır
İkincisi ise dilin yarattığı anlam kültüründen ötürü dildeki ayrımcılığın aynı dine mensup insanlar arasında da yapılıyor olmasıdır.
Statüyü ne belirler peki? Para, pul, şan, şeref, lüks arabalar… Evet hepsi belirler. Fakat bunların yanı sıra var oluşumuzun değerini herkesin gözü önünde itibarlı bir yere koyar statü. Toplum tarafından kabul görmeyi sağlar.  Öyle ki statünün büyüğü küçüğü olmaz. İşinde gücünde yeteri kadar kazanan bir insan bile, statü hiyerarşisinde kendisine yer bulmaktadır. İtibar ve saygınlığı ancak bu şekilde geliştirir.
Ancak, kültürden kültüre değişiklik gösteren bir şey vardır ki, o da itibar ve saygınlığın algılanış biçimidir!
İtibar ve saygınlık para ve pulla algılanıyorsa ne yapıp edip para kazanmaya çalışırsınız toplumda kabul görmek için, işinde gücünde terbiyeli bir insan olmanız yetiyorsa ne ala, modern bir toplumun bir parçasısınızdır ve muhtemelen etik dışı ayrımcı bir dil ile ifade edilen pek çok söylemi duymamışsınızdır kulaklarınızla.
Ülkemizde, annelerinin doktor ol diye diretmeleriyle boğuşan çocuklar, o statü savaşlarıyla henüz tanışmamız çocuklar olduğundan anlayamazlar bu meseleyi. Çünkü çocuk dünyasında da aslında var olan ve hatta çok kötü biçimlerde de kendini gösterecek olan statü savaşları oynadıkları oyuna dâhil etme ve etmeme şeklinde kendini göstermektedir. Annesinin doktor ol diye direttiği genç adam,  su tesisatçısıyım dediğinde kimsenin kendisiyle evlenmeyecek yahut bir partiye hiçbir zaman davet edilmeyecek olması gerçeğiyle henüz kötü bir şekilde tanışmamıştır. Ne zaman ki sanayi bölgesinde çalışan işçiler akşamları evlerine gider, duşlarını alır ve şehrin gözde eğlence mekânlarda eğlenmeye giderler, işte o zaman anne babalar çocuklarının mesleki seçimleri konusundaki bu katı tutumlarından vazgeçeler. Sanayi bölgesinde belediye otobüsünün altına yatıp otobüsün balatalarını sıkan işçinin her gün yüzlerce kişinin hayatını etkileyecek derecede önemli bir iş olduğunu toplum ne yazık ki, o işçinin aldığı ücrete göre değerlendirmektedir. Düşük ücretli çalışan kişiler toplumda hiçbir zaman statü elde edemeyeceklerdir. Bu nedenle bizimkisi gibi istihdam ve ücret politikalarında son derece başarısız toplumlarda, meslekler statüleri belirleyecektir. Ve içgüdüsel olarak korunmaya hiç kimseye kaptırılmamaya çalışan statüler, diğer statülerle savaşa girişecektir içten içe. Henüz kendisinin bile farkında olmadığı bir savaş olabilir üstelik bu.
Bir statü savaşı olmasa bu dile yansıyan, neden Tarih Öğretmeni, Coğrafya öğretmeni kavgası olsun ki? Neden iyi bir tarih öğretmeniyim hissini yaşamak varken, coğrafya öğretmeninden daha iyiyim histerisine kapılsın.  Neden küçümseyip aşağılasınlar birbirlerini meslekler,  Hâkimler Avukatları neden ortada hiçbir neden yokken cahil cühela gereksiz tipler olarak görsünler?  Sosyal hizmetçiler, Psikologları neden yerden yere vursun? Birbirinin yerine geçme kaygısından olmasın bu. Statünün elinden alınabilmesi kaygısı olmasın? Benim statüm senin statünü döver histerisi statüyü takıntı yapmış bir toplumda statüsüne sıkı sıkı bağlanarak saygınlık ve itibar kazanmaya çalışan insanlar yaratmaktadır.  
Öyle bir  genel kabulüdür ki bu her ne olursanız ve her kim olursanız olunuz bu yükten kurtulamaz ve birileri tarafından sürekli aşağılanırsınız. Adam bildiğin ‘’Kasap ‘’ der katil birinden bahsederken, ‘’ Avukatlığını mı yapıyorsun? ‘’ diye sorar aslında yalan söyleme demek isterken. ‘’Entel Dantel ‘’ der Aydın kişiye, Çoban diye bahseder cehaletten… Bu liste uzar gider böylece…
Gelelim dile yansıyan ’Irk’’çı söylemlerlere. Irkçı söylemde de  statü, kendini topluma ait hissetme, toplumda kabul görme  ve güvende kalmadır.  Çemberin içi güvenlidir, dışarısı değil. Irkın üstünlüğü hep hatırlatılmalıdır bu nedenle.
Irkçı söylemlerin ülkemizde en yaygını Çingene Kelimesidir. Çingene anlamını yüklerken pek çok olumsuz gönderme yapan topluluklar, kendilerini toplumda daha üstün görmektedirler. Statü sahibi olan kendileridir. Bu nedenle Çingenelik yapmak, bir çeşit aşağılayıcı tutumdur. Kendileri hiç kavga etmiyor, sokaklarda yaşayan herkes birbirine kırmızı çiçekler uzatarak yürüyormuş gibi, suç oranları sanki çok düşükmüş, hırsızlık uğursuzluk olmuyormuş gibi ,,, ama Çingeneler  kavgacı gürültücüdür. Çingen çadırı vardır, çok pis ve dağınıktır.  Çingen çalar Kürt oynar deyimi ise, söz konusu bu statü savaşına bir başka grubun daha eklenmesidir. Keza buradaki sorun bahsi geçen gruplar değil, bu söylemleri gerçekleştiren toplumların bakış açısıdır. Ki bu nedenle, bütün toplumlarda diğerini aşağılan atasözleri ve deyimler bulmak mümkündür.
Statü Toplumun içinde, toplum tarafından ve toplumun kurallına göre şekilleniyor olduğuna göre, toplumun bir diğer kabul kuralı olan DİN kardeşliğinden etkilenmemesi mümkün değildir.  Din kardeşleri arasında toplumun pek çok diğer sosyal tarafında olmayan bir hiyerarşik durum vardır, koşulsuzca, sormadan, sorgulamadan, statü ile savaşmayan bir kabul ile şekillenir. Ancak statü ile savaşmamak demek, statü sahibi olmamak demek değildir.
Kardeşler arasında olduğu gibi elbette din kardeşleri arasında da pek çok kavga gürültü olur. Hele ki benim üvey kardeş gibi nitelendirdiğim başka dinin mensupları ile. Aynı Tanrı’ya inanan farklı dinlerdeki insanlar binlerce yıl boyunca savaşmış, başka dinlere de saygı duymak yerine, kendi dinini yaymaya çalışmıştır. Bu noktada da statü savaşının kirli ellerini insanoğlunun üzerinden hiç çekmemiş olduğunu anlayabiliriz.
Söylemlerde din üzerinde yapılan ayrımcılıklarda ülkemizde en yaygın olanı ‘gâvur’ kelimesidir. Gavur dağını da görürsünüz, kocasını ‘ gâvur’ gibi gören kızgın kadını da. Gâvur kötüdür, dinsiz imansız, ahlaksızdır. Suriye'nin Havran ile Lübnan'ın dağlık  bölgelerinde yaşayan ve Sünni mezhepler tarafından din dışı ilan edilerek baskı altında tutulmuş olan Dürzilik mezhebine bağlı kişileri ifade eden Dürzü kelimesi, ülkemizde argo bir tabire dönüşmüştür.
Bir diğer şansız güruh, Yahudilerdir. Yahudiler de en az gâvurlar kadar kötü bir üne sahiptirler. Yahudi kafası var bu çocukta demek aslında ahlaksızca bir ticari zekâya sahip demektir. 

Sonuç olarak Dil, taraflıdır.  
Ve her zaman kendi tarafını tutacaktır.


ÇOLPAN ERDEM
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Sosyal Politikalar Yüksek Lisans Programı
Sosyal Bilimlerde Etik Problemler Dersi 

11 Haziran 2013 Salı

Kültür Endüstrisi, Yandaş Medya ve Acun !



Yer: Amerika
Mekân: Evin Salonu
Zaman: Akşam
Oyuncu: Çok şişman / obez /  saçları dağınık hafif uzun/ asosyal  bir erkek
TV’de show programı izler, elinde kumanda varken bir yandan bira içerken bir yandan cips yemektedir.

Son derece gürültülü olan bu programı hiç kalkmadan izleyen genç adam, televizyonla arasında yaklaşık 1buçuk metre olan mesafedeki koltukta otururken kendisini hep arka plandan görürüz.  Allı pullu pırıltılı kıyafetli bir sürü insanın spot ışıkları altında alkış kıyamet bir şeyleri alkışlaması, bağrış çağırışı ve ödül kazanması filandır hikâye. Fakat baş roldeki genç adam, kanalı hiç değiştirmeden izlemeye devam etmektedir. Bir yaşlı anne gelip kendisini koltuktan kazırcasına kaldırmak isterken fark ederiz ki, saatlerce orada oturmaktadır.
Bu öykü, üç kuruş kazanmak için akşama kadar eşekler gibi çalışmış orta sınıf asosyal kent insanının sıradan bir gecesini anlatır görüntüde. Bir gün o pırıltılı sahnede, o milyonları, hiçbir özelliğe sahip olmadan kazanacağına olan inancıyla izler o programları. Gözünü kamaştıran onca şey vardır. Ve hiçbir zaman sahip olamayacağı milyonlarca paralar…

Derken bir gün hayatımıza ACUN (1)  diye biri girer. ACUN, birkaç sene, televizyonda bir yarışma programında kutu açtırır  . Milyonlar,  televizyondaki kişinin kutu açmasını izlerken, hayat akıp gider diğer bir yandan. İyi ve son derece kötü pek çok konu başlığı oluşuyorken hayatta, insanlar açılan kapanan ve şansı yaver giderse çok zengin olan insanları izlerler....

Bir girişimcilik dehası olarak bile adlandıramayacağımız TV programları, insanları amaçsızca karşısına geçip saatlerce kilitlemek için, kültürün benzeşmelerini yaratmak, kültürü kendi çaresizliğinde yaşayan bir insan kitlesi yaratarak her birini kontrol altına almak için harika bir yoldur.

İnsanların ihtiyaçları doğrultusunda sunulur her şey.  Çöpçatanlık, din, siyaset gibi konularda programlar hiç bitmez. Hangi siyasi parti, hangi dini görüş, hangi ülke, hangi din olursa olsun, bitmez. Biz televizyonu izler, anlatılanları dinler, birkaç kez karşı çıktığımız şeyler olsa bile, her şeyi kabul ederiz.  İletişim araçlarından olan telefonda, yanıt hakkımız, soru sorma hakkımız varken, Televizyonda, radyoda, gazetede gördüğümüz, okuduğumuz dinlediğimiz  her şeyi doğru kabul ederiz bir süre sonra.

Günümüzde her şeyi birbirine benzeten kültür,  tüketiciye sınırlandırabileceği hiç bir şey bırakmaz (2), bizzat kendisi sınıflandırır ve asla hayır diyemeyeceğiniz şekli ile sunar.
Çünkü herkes ( kendiliğinden! ) önceden bir takım göstergelere göre belirlenmiş düzeyine göre uygun davranmalı ve kendine denk düşenine yönelmelidir(3).   
Kültür, bir endüstri olarak tüketici memnuniyetini sağlamada,
Bir politik duruşta insanları sorgulamaktan uzaklaştırmada ve galeyana getirmede,
Bir vahşi kapitalizmde satış primlerinin durmadan artmasında,
Kısaca hep bir ürün pazarlamasında kendisini göstermektedir.
Bu nedenle kültür bir endüstri ,yani kültür bir satış stratejisidir.
Bugün yalan dolan fikirlerini medyanın gücüyle satan bir politikacı ile iphone bilmem kaç numarayı satan kişi arasında bir fark yoktur.


Düşünmemesi, sormaması, sorgulamaması gereken toplum için bir ACUN yaratmakta son derece ehildirler hükümetler.
Kutu açtırır, adaya götürür, pop star hop star yarışmaları düzenler. Her biri spekülatörler dolu meraklandırıcı pek çok hikaye yaratır. Yarattırılır. 


Her ne kadar hepimiz aslında belgesel (!)izliyor olsak da, uzun uzun dram izlemek isteyen bir topluluk da vardır.  Kutu açtırıp milyoner olan kişiyi o milyoner yerine kendini koyar ya,
dram izleyiciler de   ‘ohhh benden daha kötüleri de varmış’ der . Ahh ne zavallı insanlardır onlar, şükürler olsundur! diye düşünüler.

Kültür endüstrisi bugün, facebooktur, Evlen benimle programıdır, alışveriş siteleridir, Acundur. Facebook;  ''big brother watching you !’' dur (4). Big brother burada facebooktur. Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsanız facebook sizi ele geçirmiştir.

 ''Big brother'' alışveriş siteleridir. 40 liraya gördüğünüz o ceketi almanız 40 saniye sürmemektedir.
 ''Big bother ''  yandaş medyadaki devlet gözüdür, iktidarlar öncelikle  habercilik etiğini kültür endüstrisinin çarklarında un ufak ederler/ etmeye yeltenirler. Çünkü medya  en yakın dost  olabileceği gibi en azılı düşman da olabilir eğer kontrol altında tutulamazsa.  Vahşi kapitalizmin gözümüze soka soka bize aldırdığı İphone'ların,   GEZİ Parkı protestocularının
 (5)  örgütlenmesindeki üstün başarısı bir kez daha düşünülmesi gereken bir konudur bu nedenle. 

 Acunlar, çok çok ağır  dramatik programlar, kadınlara yönelik aptallaştırıcı programlar,  yandaş Medyalar ve kapitalizm oyun kurucunun takımına ilk sıralarda alacağı aktörler olacaklardır. Takım üyelerinin her biri başarılarına başarı katacak, Televizyonlar karşısında hayranlıkla kendilerini izleyen kişi sayısını her geçen gün arttıracaktır. 
Tüketicinin gücünden aldığı gereksinim artık yerini  tüketiciye hissettirilen gereksinime bırakmıştır. 
Big Brother artık Big Big Brother olmuş, kültür  endüstriyel  bir kavram niteliğini kazandığı TV çağından sonra , günümüzde internetle birlikte sosyal bir enkaz olarak topluma  kan kusmaya başlamıştır.


Çolpan ERDEM
Haziran 2013- Ankara 



1  ACUN ILICALI: 2000’li yıllarda Türkiye’de milyonları TV karşısına çeken 10’larca yarışma programının yapımcısı ve sunucusudur. Ülkede gerçekleşen pek çok siyasi gündemde, terör saldırılarında bile programları devam etmiş sadece Başbakanın annesini kaybettiği gün programına bir günlük ara vermiştir.
2  Theodor  W. ADORNO, Kültür Endüstrisi
3  Theodor  W. ADORNO, Kültür Endüstrisi
4  Big Brother Watching You ( Büyük Birader Seni İzliyor). George Orwell tarafından yazılan 1984 isimli kitapta geçen imge ve aynı zamanda sistem. Büyük birader ülkedeki tüm vatandaşları izlemektedir ve sisteme aykırı davranışları olduğu tespit edilenler cezalandırılmaktadır. İnsanlar devamlı gözetlenip ve cezalandırılıp psikolojik baskı altında tutulurlar.

5)  28 Mayıs 2013 tarihinde Taksim’de bulunan Gezi Parkında, bir proje kapsamında ağaçların sökülmesine karşı çıkan gruplar tarafından başlatılan gösteriler, kısa sürede iktidara karşı ülke çapına yayılan protestolara dönüşmüştür.