SOSYAL POLİTİKADA AHLAK SEVİCİLİĞİ
/ AHLAKININ ÖZÜNÜ KAÇIRMIŞ BİR AHLAK
Çolpan ERDEM YAZICI
Bu çalışmada Kant Ahlakı ve Faydacılık bağlamında
sosyal politika bakışı sorgulanacaktır. Lakin öncesinde kısaca sosyal
politikanın genel olarak ne ifade ettiğini, hangi dinamikleri taşıdığını
tartışmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Sosyal politikayı geniş anlamda sosyal
politika ve dar anlamda sosyal politika olarak iki şekilde tanımlamaktayız. Geniş
anlamda sosyal politika; sosyal adalet ve sosyal eşitlikle birlikte sosyal
refahı sağlamayı amaçlayan, kapsamı sosyal sorunların kapsamı ile paralellik
gösteren, ekonomi politikalarına sosyal boyut katma amacında olan ve ekonominin
işleyişindeki aksaklıkları düzeltici politikaların oluşmasını sağlayan, bu yanıyla
sosyal dengeyi arzulayan hümaniter bir bilim dalıdır. Dar anlamda sosyal
politika ise, sanayi devriminin ortaya çıkardığı kötü çalışma koşullarına karşı
işçileri ve emeği sermayeye karşı korumak ve bu yolla toplumdaki sınıf
çatışmalarını önleyerek toplumun ve devletin varlığını sürdürmesini sağlamaya
yönelik uygulamalardır. Sosyal politikaların ortaya çıkışına yol açan ilk olay
Fransız ihtilalidir. Sonrasında ise sanayi devrimidir. Yani sosyal politika dar
anlamıyla görünürlük kazanmış, direnişin, mücadelenin ve ezilenlerin yani işçi
sınıfının yanında durmuştur.
Sosyal
politikaların genel özellikleri pek çok kaynağa göre şu şekildedir;
·
Refah
seviyesinin yükseltilmesi hedefi,
·
Sosyal barış
hedefi ( ayrıştırmak yerine birleştirmek),
·
Sosyal adalet
hedefi (eşit fırsat),
·
Sosyal refahın
geliştirilmesi hedefi (toplumun bir bütün olarak sahip olduğu refah düzeyi.
Sosyal imkânlar ve ekonomik anlamdaki zenginliklerin bütünü).
Bu
hedefler insanların ortak iyiliği için ve daha yaşanılabilir bir dünya için gerçekleşmesini
arzuladığımız hedeflerdir. Bireyin biricikliği esasından yola çıktığımızda her
bir bireyin refahı, mutluluğu, adalete, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerine
erişimi son derece önem arz etmektedir.
Kamu hizmetleri hususu bu tartışmanın da
zeminini oluşturacak olan, sosyal politika devlet ikilisinin ilk ilişki kurduğu
yerdir. Sosyal politikanın biçimi, kamusal bir nitelikte kendini
göstermektedir. Bir başka deyişle sosyal politika DEVLET eliyle yürütülmesi
gereken politikalar bütünüdür, kamuya aittir ve yürütücüsü devlettir. Burada
devlet deyince, ülkemiz gibi gelişmekte
olan ülkeler düzeyinde değerlendirildiğinde elbette aklımıza iktidarlar
gelmektedir. İktidar ve sosyal politika ilişkisi, ahlaki yoksunluklara rağmen
ortak faydalarda buluşabilirler mi?
Ödevime konu olan soru Faydacı Ahlak ve
Kant Ahlakı bakımından sosyal politika bakışı iken bana göre asıl soru şudur:
Sosyal politika etik zeminlerde inşaa edilebilir mi?
Sosyal politikada faydacı ahlak mı yoksa
Kant ahlakı mı benimsenmelidir?
Bu soruların yanıtlarını öncelikle Ahlak
ve Etik meselesinin felsefi anlamlarında, sonrasında Faydacı Ahlak
(Utilitarizm) ve
Kant Ahlakı Geleneklerinde aramaya çalışacağım.
Aslına bakarsanız bana göre, iktidarın
yön verdiği ve denetlediği bir sosyal politika tümüyle ahlaksızdır. Neden böyle
düşündüğümü ahlak anlayışları üzerinden anlatmayı deneyeceğim.
AHLAK VE ETİK
Ahlak(Moralite): Bireyin, bir halkın,
bir toplumsal sınıfın, bir çağın yaşamına egemen olan inanç ve tasarımlar
topluluğuna ahlak denir. Bir toplumda
uyulması gereken kurallar bütünüdür.Toplumdan topluma,kültürden kültüre,
zamandan zamana değişiklikler gösterir. Göreceli ve özneldir. Bu anlamda ”ahlak”
değil “ahlaklar” vardır. Ahlak kuralları “iyi” ve “kötü” nün ne olduğunu
bildiğini savlar ve buna göre iyinin yapılmasını kötünün yapılmamasını emreder.
Yani kural koyucu (normatif) bir özellik gösterirler. Uyulmadığında
yaptırımlara sahiptirler ve bireyleri kendisine uymaya zorlarlar. Kısacası
“ahlak” bir toplumda kendisine uymaya zorlayan kurallar bütününü ifade ederken,
“etik” varolan bu kuralları sorgulama etkinliğini ifade etmektedir.
Ahlak, felsefenin de önemli konularından
biri olmuştur. Ahlak felsefesi için diğer felsefelere oranla yatay bir felsefe
alanı diyebiliriz. Örneğin siyaset felsefesi de bilim felsefesi de içerisinde
ahlak ve etik kavramlarını barındırmaktadır. Filozofların ahlak konusunda
tartıştıkları önemli bir mesele vardır. Evrensel ahlakın var olup olamayacağı
meselesi. Ahlakın bireysel olup, evrensel bir ahlak yasasının var olamayacağını
iddia edenler olduğu gibi evrensel ahlak yasasının objektif ve subjektif
temelllerle var olabileceğini savunan akımlar ve filozoflar da vardır.
Evrensel Ahlak Yasasının Varlığını Kabul
Etmeyen Görüşler; Hedonistler, Utilitaristler ( faydacılar), Egoistler, Anarşistler,
Nihilistler Ve Var Oluşçulardır. Hedonistler için iyi haz veren şeydir, haz
vermiyorsa bir şey şayet, kötüdür. Haz veren şeylerin de kişiden kişiye değiştiğini
düşünürsek, evrensel bir ahlak yasası olamaz. Egoistler, bildiğimiz anlamda bencildirler. “Başkalarının mutluluğunu gözetme”, “toplumun refahı için eyleme”
ya da “başkası için yaşama” türünden yaşam reçetelerini yadsıyıp tek doğru ve
anlamlı yaşam reçetesinin “ben ya da kendi için yaşama” olduğunu öne süren
öğretidir. Anarşistler insanların
özünde iyi olduklarını, kontrol ve baskılarla kötü bireyler haline geldiklerini
savunurlar. Başta devlet olmak üzere
tüm baskıcı kurumların ortadan kalkması bireyi özüne döndürecektir. Nihilistlere göre yapılması gereken;
insanlığı ahlaktan kurtarmaktır. İnsan doğasına yaraşan, güçlü, korkusuz,
acımasız olmaktır. Oysa tüm ahlaklar insanın güdülerini köreltir, onu pasifliğe
yöneltir. Varoluşçuluk ise, hayatın
anlamının izini süren ve bireyin değerinin ne olduğunu anlamaya çalışan bir
felsefi akımdır. Sartre’a göre insan insanlığını kendisi yapar, değerlerini
kendisi yaratır, yolunu kendisi seçer. Bu nedenle seçiminde tek başınadır ve
sorumluluklar da kendisinindir. Son olarak Faydacılık
ise etikte bir eylemin doğruluğunu etkilediği kişilere getirdiği mutlulukla
ölçen görüştür. Utilitarizm öğretisine göre ahlakın ölçütü yarardır. En üstün
iyi yarardır ve iyiyi kötüden ayırmak için yararlı olup olmadığına
bakılmalıdır. Utilitarizm herhangi bir eylemin yalnızca o eylemde bulunan
kişiye değil herkese yarar sağlanmasını doğruluk ölçütü olarak alır.
FAYDACILIK VE SOSYAL
POLİTİKA
Felsefi, iktisadi veya sosyolojik düşünce
tarihinin en klasik versiyonlarına göre, faydacılık Jeremy Bentham ve
şakirtlerinin, özellikle John Stuart Mill'in savunduğu doktrindir. Alain
Caillé’e göre; Bu doktrin iki fikre dayanır: Bireyler sadece kendi mutluluklarını
akılcı ve hesaplanabilir biçimde azamileştirmeyle ilgilenirler; adil olanın
yegâne akılcı kriteri, en fazla kişinin en fazla mutluluğunun nesnel olarak
üretilmesidir. Adil olan, sonuç olarak toplumsal olarak arzulanır olan kural ve
kurumlar bu kriter tarafından belirlenir. Bu doktrin, 19. yüzyılın büyük
doktriniydi. Başta Marksist ve sosyalist akımlar olmak üzere, dönemin tüm
felsefi ve siyasal akımları bu doktrinle ilgili bir tavır geliştirdiler.
Anglosakson ülkelerde bugüne kadar, örneğin John Rawls'a kadar, farklı biçimler
altında, siyasal ve ahlaki felsefenin temel doktrini oldu.
Faydacılıkla ekonomizm arasındaki ilişkiden bahsetmemek doğru olmaz.
Caillé bu konuyu şu şekilde
ifade etmiştir. ‘’Ekonomi politik, iktisat bilimi, insanların sadece kendi
mutluluklarını aradıkları varsayımını en uç analitik sonuçlarına taşımış olan
disiplinlerdir. Aziz Augustin, bu yaklaşımı eleştirmek için, bunun herkesin
sadece ve sadece 'en ucuza alıp, en pahalıya satma' ateşiyle tutuştuğunu
varsaymak demek olduğunu çok erken dile getirmişti. Ekonomizm, her şeyi bir
maliyet/yarar hesabına indirger ve bu anlamda faydacı dünya görüşünün en
mükemmel, en katıksız ifadesini temsil eder’’.
Sosyal
politika ile faydacı anlayışın ortak noktası aslında yukarıda bahsettiğim gibi
devlet ile vatandaşlar arasındaki fayda ilişkisine dayanmaktadır. Devletin her
şeyi en ucuza alıp, en pahalıya satma ateşidir bu bir bakıma. Gelişmekte olan
ülkelerde iktidarlar, bir çeşit bahşetme olarak algıladıkları sosyal
politikaları seçim öncesi istihdam yaratmak olarak uygularlar örneğin. Yardımlar
belli dönemlerde ve mutlaka oy almak üzere kurgulanarak yapılır. Asıl amaç oy
almaktır. Kadınlar üzerinde öyle çok politikalar, kadınlara yönelik öyle çok
projeler, kadınlar için öyle çok faaliyetler yaparlar ki; her gün öldürülen,
tecavüz edilen, babalarından, kocalarından, patronlarından duygusal şiddet
gören kadınların sayısı biraz daha artarken, onlar alkışlar arasında kadınlara
yönelik yeni bir politika tedbirini açıklarlar. Sonra kadınlar şiddete,
bürokratlar işlerine geri dönerler. Önleyici faaliyet diye bir şey yoktur,
taraf olunan sözleşmeler de iç hukukun boyunduruğu altında erir giderler. Koruyucu
faaliyet mi dediniz, çocuğun üstün
yararı mı dendiniz? Bir çocuk sanayide,
ağır ve tehlikeli işlerde bal gibi çalışır örneğin. Çocuğun üstün yararı da
nedir ki? Eğer ölmezse sorun yoktur, peki ya ölürse, ölürse de sorun yoktur. Tüm
kanunlar kâğıtlar üzerinde adaleti yansıtmaktadır. Mahkemelerde sorun yoktur.
Lakin hâkimler kadar, küçük çocukları ağır ve tehlikeli işlerde çalıştıran
işletme sahipleri de etikten oldukça uzaktırlar. Tabiri caiz ise devletin ucuza
‘’getirdiği’’ şey insan hayatıdır. Ve en pahalı şeydir, onurlu bir ölüm,
devletin sattığı. Faydacı bir düzlemde bu örnekte, sosyal politikalar eceli ile
ölmesidir insanın. Bir iş kazasından, sokaklardaki tehlikeli çukurlardan,
sağlık hizmetlerine ulaşamamaktan, maganda kurşununa denk gelmemekten, bir
eylem sırasında öldürülmekten bir şekilde kurtulmuşsanız, yaşamışsanız yani
epey bir vakit, faydacı ahlaka göre devletin size, sizin devlete yararınız
dokunmuştur. Saçma sapan bir şey yüzünden ölmediğiniz için mutlusunuzdur,
devlet de sizin o saçma sapan nedenlerden ötürü ölen biri olmadığınız için
mutludur. Sosyal politika açısından durum budur!
Kadın ve
Çocuk üzerinden verdiğim bu örnek, 2015 yılı Türkiye’sinin örneğini teşkil
ederken, gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunda ortak noktalar barındırmaktadır.
Eril ve norm koyucu iktidarlar, şiddet yanlısı tavırlarını fiziksel ve duygusal
şiddet fark etmeksizin kadınlar, çocuklar, kırılgan gruplar üzerinde
politikalandıracaktırlar. Peki ya Kapitalizm, Neo-liberal politikalar,
küreselleşme? Hayır hayır, bunlar gelişmiş ülkelerin sorunlarıdır.
KANT AHLAKI VE SOSYAL POLİTİKA
Gelişmiş
ülkelerde durum nasıl peki? Diye sorabilirsiniz. Gelişmiş ülkelerde de temelde
aynı, uygulamada farklı sorunlar vardır. Bu sorunları da Kant Ahlakı üzerinden
tartışalım ve teorik etik biliminin eski yunanda ortaya çıktığını unutmadan ortaçağa
doğru bir adım atalım.
Ortaçağ
sonrasındaki aydınlanma çağında Hobbes ile başlayan yeni bir etik biliminden
bahsedebiliriz. Lakin Modern Etiğin babası Thomas Hobbes olarak bilinmektedir.
Bu etik öğretisinin iki mantıksal yöntemi vardır; eleştiri ve kıyaslama. Kendisi de bir İngiliz olan Hobbes’tan hemen
sonra İngiliz ve Alman etik öğretilerinin farklılaşmaktadır. 19. Yüzyıldan
itibaren İngilizler içgüdüsel (intuitionist) ve doğaya dayalı (naturalist)
akımları benimserken, Alman filozofların Kantien etiği geliştirdiklerini
izlemek mümkündür. Immanuel Kant tarafından ortaya konan bu güçlü etik akımı,
günümüzde de geçerlidir. Karşıtı ise faydacı (utilitarian) etik düşüncesidir.
Halen de çarpışan bu iki farklı teori, 19. Yüzyıl boyunca Avrupa’da çok ciddi
tartışmalara yol açmıştır. Hala da yol açmaktadır.
Immanuel
Kant (1724-1804) ise çağdaş etiğin en önemli ismidir. Hem içgüdücülerin hem de
naturalistlerin okuluna dâhildir. Davranışların motivasyonunu belirleyen
“görev” ve “kendini sevme” kavramlarının ayrımını getirmiştir. Kant’a göre
mutlak iyi “iyi” niyettir. Bu aklı başında olan herkesin her koşulda ve sadece
“iyi niyetli olma” adına yapması gerekli olan şeydir. Bu davranış prensibi
kişinin sahip olduğu bir prensiptir ve kanunlarla getirilmez. Çünkü kanunlar
kişiden bağımsızdır.
‘’Davranışlarımızın ahlaki olup olmadığını o
davranışların motivasyonu belirler; davranışların sonuçları değil’’
Bu önerme
Kant’ın öğretisinin de ana temasıdır. Davranışların iyi olup olmadığını
sonuçların iyi olup olmadığının belirlediğini söylemesi, onu, “sonuca bakarak
davranışları yapıp yapmamaya karar vermeye yönelelim” düşüncesinden ibaret olan
“faydacı=utilitaryen” düşünceden tamamen ayırmıştır.
Yukarıda
bahsettiğim üzere, Kant’a göre mutlak iyinin “iyi” niyet olması ve sadece iyi
niyetli olma motivasyonu ile yapılmış olması gereksinimi, gelişmiş ülkelerdeki
Kant Ahlakını değil, Kant ahlakı seviciliğini ortaya koymaktadır. Bu çirkin
tabirin elbette Kantın ahlak anlayışına olan bakışımla hiçbir alakası yoktur.
Bilakis mutlak iyiliğin kemaline mazruf olduğunu düşünmekteyim ben de. Burada
kastettiğim Kant’ın altını çizdiği mutlak iyinin, gelişmiş ülkelerde var
olamayacağıdır. Gelişmiş ülkeler iyilik yaparken iyi niyetle yapmazlar. İyi
niyetle yapmadıkları için gelişmişlerdir hatta.
Örneğin
sömürge hiçbir iyi niyet barındıramaz içerisinde. Sömürgecilikle ekonomik ve
siyasal egemenlikleri altına aldıkları ülkelerin vatandaşlarına iş, aş,
özgürlük veren ülkeler, sundukları bu harika şeylerle esasında yaptıkları
mutlak kötülüğü inandıramazlar bana. Göçmenlere sundukları mutlu yaşam, onları
artık ülkelerinde sömürmeyip kendi ülkelerinde paspas sildiren, ikinci sınıf
vatandaş oldukları sık sık hissettirilen insanlar için bir lütuf mudur? Hayır
değildir. Sevgili Emrah Akbaş hocamızın hep dile getirdiği göçmenler örneği. Göçmenlere belirli mahallelerde bedava, ya da
oldukça düşük ücretlere ev veren hükümetler, aslında mutlak iyi niyetliler
midir, yoksa kendi vatandaşlarını göçmenlerden korumak, göçmenlerin yaşadıkları
yerlerin sınırlarını çizmek için mi yaparlar bunu? Göçmenlerin örgütlenmesine
izin vermek, onları denetlemek için midir, yoksa gerçekten özgürleştirmek için
mi?
Gelişmiş
ülkeler… Kapitalizmin vahşi doğasının her mevsimde iklimleştiği coğrafyalardır.
Nordik modeli diyebilirsiniz hemen, o kadar da kapitalist değil. Evet o kadar
da kapitalist değil, ama model yüksek kâr amacına
endeksli kapitalist ekonomilerin aksine özel girişimler de dahil tüm
çalışanların milli servetin artırılması amacı için çalışmasını öngörür. Niyeti
kişinin refahı değildir, niyetiymiş gibi gösterdiği kişinin refahıdır, ve bu
manipülasyonu ile özünde mutlak iyi değildir. Kant ahlakına tamamen uzaktır o
da. Geri kalan kapitalist sistemlere baktığımızda, sosyal politika ile olan
ilişkisi gene bir iktidar ve grup ilişkisidir. Kant ahlakı sevicisi anlayış kapitalizmin
sonucudur. Kapitalist sistemde insan sorun çıkarmamalı, çıkarırsa devlet bu
sorunları ıslah etmelidir. Hapishaneler, okullar, ceza evleri, tımarhaneler ( bu binaların her biri tabelalar olmasa
dışarıdan bakıldığında ayırt edilemezler), insanları ıslah etmek içindir. İyi
vatandaş, sorunsuz insanı şekillendirmek içindir. Bir çan eğrisi olduğunu
düşünürsek, normal insanlar çizgide, normal olmayan insanlar çizginin
dışarısındadır. Normal olmayanlar ise eşcinseller, suçlular, katiller,
isyankârlar, azınlıklar, farklı dine mensup vatandaşlar, göçmenler vb. gruplardır. İşte bu insanlar ıslah edilmeli ve ‘’normal’’
insanlar olmalıdırlar. Gelişmemiş ülkelerde toplum içerisinde büyük bir sorun
olan bu gruplar, gelişmiş ülkelerde saygıyla sevgiyle iyilikle güzellikle
karşılanırlar. Bunun nedeni sorun istemeyen kapitalist sistemlerdir. Sorun
demek iş gücü kaybı demektir, sorun demek üretime sekte vurulması demektir,
sorun demek tüketimin azalması demektir. Ve bunların hepsi kapitalizmin beslediği
olgulardır.
İşçi
hakları meselesi örneğin. Gelişmiş ülkelerde sistemler her bir işçinin
güvenliğini, yaşam hakkını azami ölçüde garantiye almak zorundadır. Her bir
işçi değerlidir, önemlidir, yasal hakları sonuna kadar verilmelidir. Ancak
Cahit Talas hocamızın belirttiği üzere, sosyal risklere karşı bir sosyal
güvence mekanizması oluşturulması kapitalizmin kendiliğinden ürettiği bir çözüm
olmamıştır. Bu, büyük ölçüde kapitalizmin ortaya çıkarttığı işçileşme ile
birlikte emek gücünü satamama riskleri karşısında işçilerin, var kalabilmek
için sınıfsal olarak yürüttükleri mücadeleler ile gerçekleşmiştir. Diğer bir
deyişle, sosyal politikaların temelini de oluşturan sosyal güvence
mekanizmaları, işçi sınıfının kapitalist sistemin çelişkili ve çarpık yapısına
karşı yürüttüğü yaşamda kalabilme mücadelesinin ürünü olarak kazanılmış bir
sosyal hak niteliğindedir.
Yani
mutlak iyilik işçilere verilen haklar değildir. Var olan kapitalizmin emek
gücünü rehabilite etmesi ve daha çok iş gücünden faydalanabilmek adına ‘’ iyi
‘’ emek gücü yaratmasıdır. Oysa sosyal politika işçinin haklarını işverene
karşı korumak için ortaya çıkmıştır. Lakin geldiğimiz noktada, işverenin
işçiden azami oranda faydalanabilmesi için işçiye bahşettiği güvencedir.
Sosyal, ekonomik, yasal güvencedir. Ve kesin olan bir şey vardır ki, o da
işverenin bunu kendiliğinden yapmış olmadığıdır. Üretimin kalitesini arttırmak,
insan kaynağı sorunu ile uğraşmamak ve işgücünden maksimum fayda sağlamaktır.
Bu niyetlerin Kant Ahlakında bahsi geçen
mutlak iyi ile kendiliğinden iyi ile hiçbir bağlantısı olmadığı açıktır.
Devlet
ve gruplar arasındaki anlaşmaların formüllerini belirlemekten öteye gitmeyen
sosyal politikanın, devlet nezdinde faydacı ahlak sahibi olması dışında, devlet
ve insanlar arasında bir ahlaksızlık ve çıkar ilişkisinden başka bir şekilde
var olmadığı açıktır. Sosyal politika devlet ilişkisi var olduğu sürece ahlakın
hemen hiçbir akımına konu olamayacaktır.
Bu
bağlamda sosyal politika kavramı gelişmemiş ülkelerde devlet nezdinde
faydacılık ahlakı ve gelişmiş ülkelerde Kant Ahlakı seviciliği şeklinde tezahür
etmektedir. Fakat asla Kant ahlakının ruhunu yakalayamamaktadır.
1 yorum:
kaynak ?
Yorum Gönder