10 Haziran 2015 Çarşamba

SOSYAL POLİTİKA ve AHLAK ?



SOSYAL POLİTİKADA AHLAK SEVİCİLİĞİ / AHLAKININ ÖZÜNÜ KAÇIRMIŞ BİR AHLAK
Çolpan ERDEM YAZICI
Bu çalışmada Kant Ahlakı ve Faydacılık bağlamında sosyal politika bakışı sorgulanacaktır. Lakin öncesinde kısaca sosyal politikanın genel olarak ne ifade ettiğini, hangi dinamikleri taşıdığını tartışmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Sosyal politikayı geniş anlamda sosyal politika ve dar anlamda sosyal politika olarak iki şekilde tanımlamaktayız. Geniş anlamda sosyal politika; sosyal adalet ve sosyal eşitlikle birlikte sosyal refahı sağlamayı amaçlayan, kapsamı sosyal sorunların kapsamı ile paralellik gösteren, ekonomi politikalarına sosyal boyut katma amacında olan ve ekonominin işleyişindeki aksaklıkları düzeltici politikaların oluşmasını sağlayan, bu yanıyla sosyal dengeyi arzulayan hümaniter bir bilim dalıdır. Dar anlamda sosyal politika ise, sanayi devriminin ortaya çıkardığı kötü çalışma koşullarına karşı işçileri ve emeği sermayeye karşı korumak ve bu yolla toplumdaki sınıf çatışmalarını önleyerek toplumun ve devletin varlığını sürdürmesini sağlamaya yönelik uygulamalardır. Sosyal politikaların ortaya çıkışına yol açan ilk olay Fransız ihtilalidir. Sonrasında ise sanayi devrimidir. Yani sosyal politika dar anlamıyla görünürlük kazanmış, direnişin, mücadelenin ve ezilenlerin yani işçi sınıfının yanında durmuştur.
Sosyal politikaların genel özellikleri pek çok kaynağa göre şu şekildedir;
·         Refah seviyesinin yükseltilmesi hedefi,
·         Sosyal barış hedefi ( ayrıştırmak yerine birleştirmek),
·         Sosyal adalet hedefi (eşit fırsat),
·         Sosyal refahın geliştirilmesi hedefi (toplumun bir bütün olarak sahip olduğu refah düzeyi. Sosyal imkânlar ve ekonomik anlamdaki zenginliklerin bütünü).
Bu hedefler insanların ortak iyiliği için ve daha yaşanılabilir bir dünya için gerçekleşmesini arzuladığımız hedeflerdir. Bireyin biricikliği esasından yola çıktığımızda her bir bireyin refahı, mutluluğu, adalete, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerine erişimi son derece önem arz etmektedir.
Kamu hizmetleri hususu bu tartışmanın da zeminini oluşturacak olan, sosyal politika devlet ikilisinin ilk ilişki kurduğu yerdir. Sosyal politikanın biçimi, kamusal bir nitelikte kendini göstermektedir. Bir başka deyişle sosyal politika DEVLET eliyle yürütülmesi gereken politikalar bütünüdür, kamuya aittir ve yürütücüsü devlettir. Burada devlet deyince,  ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkeler düzeyinde değerlendirildiğinde elbette aklımıza iktidarlar gelmektedir. İktidar ve sosyal politika ilişkisi, ahlaki yoksunluklara rağmen ortak faydalarda buluşabilirler mi?
Ödevime konu olan soru Faydacı Ahlak ve Kant Ahlakı bakımından sosyal politika bakışı iken bana göre asıl soru şudur: Sosyal politika etik zeminlerde inşaa edilebilir mi?
Sosyal politikada faydacı ahlak mı yoksa Kant ahlakı mı benimsenmelidir?
Bu soruların yanıtlarını öncelikle Ahlak ve Etik meselesinin felsefi anlamlarında, sonrasında Faydacı Ahlak (Utilitarizm) ve Kant Ahlakı Geleneklerinde aramaya çalışacağım.
Aslına bakarsanız bana göre, iktidarın yön verdiği ve denetlediği bir sosyal politika tümüyle ahlaksızdır. Neden böyle düşündüğümü ahlak anlayışları üzerinden anlatmayı deneyeceğim.
AHLAK VE ETİK
Ahlak(Moralite): Bireyin, bir halkın, bir toplumsal sınıfın, bir çağın yaşamına egemen olan inanç ve tasarımlar topluluğuna ahlak denir.  Bir toplumda uyulması gereken kurallar bütünüdür.Toplumdan topluma,kültürden kültüre, zamandan zamana değişiklikler gösterir. Göreceli ve özneldir. Bu anlamda ”ahlak” değil “ahlaklar” vardır. Ahlak kuralları “iyi” ve “kötü” nün ne olduğunu bildiğini savlar ve buna göre iyinin yapılmasını kötünün yapılmamasını emreder. Yani kural koyucu (normatif) bir özellik gösterirler. Uyulmadığında yaptırımlara sahiptirler ve bireyleri kendisine uymaya zorlarlar. Kısacası “ahlak” bir toplumda kendisine uymaya zorlayan kurallar bütününü ifade ederken, “etik” varolan bu kuralları sorgulama etkinliğini ifade etmektedir.
Ahlak, felsefenin de önemli konularından biri olmuştur. Ahlak felsefesi için diğer felsefelere oranla yatay bir felsefe alanı diyebiliriz. Örneğin siyaset felsefesi de bilim felsefesi de içerisinde ahlak ve etik kavramlarını barındırmaktadır. Filozofların ahlak konusunda tartıştıkları önemli bir mesele vardır. Evrensel ahlakın var olup olamayacağı meselesi. Ahlakın bireysel olup, evrensel bir ahlak yasasının var olamayacağını iddia edenler olduğu gibi evrensel ahlak yasasının objektif ve subjektif temelllerle var olabileceğini savunan akımlar ve filozoflar da vardır.
     Evrensel Ahlak Yasasının Varlığını Kabul Etmeyen Görüşler;  Hedonistler, Utilitaristler ( faydacılar), Egoistler, Anarşistler, Nihilistler Ve Var Oluşçulardır. Hedonistler için iyi haz veren şeydir, haz vermiyorsa bir şey şayet, kötüdür. Haz veren şeylerin de kişiden kişiye değiştiğini düşünürsek, evrensel bir ahlak yasası olamaz. Egoistler, bildiğimiz anlamda bencildirler. “Başkalarının mutluluğunu gözetme”, “toplumun refahı için eyleme” ya da “başkası için yaşama” türünden yaşam reçetelerini yadsıyıp tek doğru ve anlamlı yaşam reçetesinin “ben ya da kendi için yaşama” olduğunu öne süren öğretidir. Anarşistler insanların özünde iyi olduklarını, kontrol ve baskılarla kötü bireyler haline geldiklerini savunurlar. Başta devlet olmak üzere tüm baskıcı kurumların ortadan kalkması bireyi özüne döndürecektir. Nihilistlere göre yapılması gereken; insanlığı ahlaktan kurtarmaktır. İnsan doğasına yaraşan, güçlü, korkusuz, acımasız olmaktır. Oysa tüm ahlaklar insanın güdülerini köreltir, onu pasifliğe yöneltir. Varoluşçuluk ise, hayatın anlamının izini süren ve bireyin değerinin ne olduğunu anlamaya çalışan bir felsefi akımdır. Sartre’a göre insan insanlığını kendisi yapar, değerlerini kendisi yaratır, yolunu kendisi seçer. Bu nedenle seçiminde tek başınadır ve sorumluluklar da kendisinindir. Son olarak Faydacılık ise etikte bir eylemin doğruluğunu etkilediği kişilere getirdiği mutlulukla ölçen görüştür. Utilitarizm öğretisine göre ahlakın ölçütü yarardır. En üstün iyi yarardır ve iyiyi kötüden ayırmak için yararlı olup olmadığına bakılmalıdır. Utilitarizm herhangi bir eylemin yalnızca o eylemde bulunan kişiye değil herkese yarar sağlanmasını doğruluk ölçütü olarak alır.
FAYDACILIK VE SOSYAL POLİTİKA
Felsefi, iktisadi veya sosyolojik düşünce tarihinin en klasik versiyonlarına göre, faydacılık Jeremy Bentham ve şakirtlerinin, özellikle John Stuart Mill'in savunduğu doktrindir. Alain Caillé’e göre; Bu doktrin iki fikre dayanır: Bireyler sadece kendi mutluluklarını akılcı ve hesaplanabilir biçimde azamileştirmeyle ilgilenirler; adil olanın yegâne akılcı kriteri, en fazla kişinin en fazla mutluluğunun nesnel olarak üretilmesidir. Adil olan, sonuç olarak toplumsal olarak arzulanır olan kural ve kurumlar bu kriter tarafından belirlenir. Bu doktrin, 19. yüzyılın büyük doktriniydi. Başta Marksist ve sosyalist akımlar olmak üzere, dönemin tüm felsefi ve siyasal akımları bu doktrinle ilgili bir tavır geliştirdiler. Anglosakson ülkelerde bugüne kadar, örneğin John Rawls'a kadar, farklı biçimler altında, siyasal ve ahlaki felsefenin temel doktrini oldu.
Faydacılıkla ekonomizm arasındaki ilişkiden bahsetmemek doğru olmaz. Caillé bu konuyu şu şekilde ifade etmiştir. ‘’Ekonomi politik, iktisat bilimi, insanların sadece kendi mutluluklarını aradıkları varsayımını en uç analitik sonuçlarına taşımış olan disiplinlerdir. Aziz Augustin, bu yaklaşımı eleştirmek için, bunun herkesin sadece ve sadece 'en ucuza alıp, en pahalıya satma' ateşiyle tutuştuğunu varsaymak demek olduğunu çok erken dile getirmişti. Ekonomizm, her şeyi bir maliyet/yarar hesabına indirger ve bu anlamda faydacı dünya görüşünün en mükemmel, en katıksız ifadesini temsil eder’’. 
Sosyal politika ile faydacı anlayışın ortak noktası aslında yukarıda bahsettiğim gibi devlet ile vatandaşlar arasındaki fayda ilişkisine dayanmaktadır. Devletin her şeyi en ucuza alıp, en pahalıya satma ateşidir bu bir bakıma. Gelişmekte olan ülkelerde iktidarlar, bir çeşit bahşetme olarak algıladıkları sosyal politikaları seçim öncesi istihdam yaratmak olarak uygularlar örneğin. Yardımlar belli dönemlerde ve mutlaka oy almak üzere kurgulanarak yapılır. Asıl amaç oy almaktır. Kadınlar üzerinde öyle çok politikalar, kadınlara yönelik öyle çok projeler, kadınlar için öyle çok faaliyetler yaparlar ki; her gün öldürülen, tecavüz edilen, babalarından, kocalarından, patronlarından duygusal şiddet gören kadınların sayısı biraz daha artarken, onlar alkışlar arasında kadınlara yönelik yeni bir politika tedbirini açıklarlar. Sonra kadınlar şiddete, bürokratlar işlerine geri dönerler. Önleyici faaliyet diye bir şey yoktur, taraf olunan sözleşmeler de iç hukukun boyunduruğu altında erir giderler. Koruyucu  faaliyet mi dediniz, çocuğun üstün yararı mı dendiniz?  Bir çocuk sanayide, ağır ve tehlikeli işlerde bal gibi çalışır örneğin. Çocuğun üstün yararı da nedir ki? Eğer ölmezse sorun yoktur, peki ya ölürse, ölürse de sorun yoktur. Tüm kanunlar kâğıtlar üzerinde adaleti yansıtmaktadır. Mahkemelerde sorun yoktur. Lakin hâkimler kadar, küçük çocukları ağır ve tehlikeli işlerde çalıştıran işletme sahipleri de etikten oldukça uzaktırlar. Tabiri caiz ise devletin ucuza ‘’getirdiği’’ şey insan hayatıdır. Ve en pahalı şeydir, onurlu bir ölüm, devletin sattığı. Faydacı bir düzlemde bu örnekte, sosyal politikalar eceli ile ölmesidir insanın. Bir iş kazasından, sokaklardaki tehlikeli çukurlardan, sağlık hizmetlerine ulaşamamaktan, maganda kurşununa denk gelmemekten, bir eylem sırasında öldürülmekten bir şekilde kurtulmuşsanız, yaşamışsanız yani epey bir vakit, faydacı ahlaka göre devletin size, sizin devlete yararınız dokunmuştur. Saçma sapan bir şey yüzünden ölmediğiniz için mutlusunuzdur, devlet de sizin o saçma sapan nedenlerden ötürü ölen biri olmadığınız için mutludur. Sosyal politika açısından durum budur!
Kadın ve Çocuk üzerinden verdiğim bu örnek, 2015 yılı Türkiye’sinin örneğini teşkil ederken, gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunda ortak noktalar barındırmaktadır. Eril ve norm koyucu iktidarlar, şiddet yanlısı tavırlarını fiziksel ve duygusal şiddet fark etmeksizin kadınlar, çocuklar, kırılgan gruplar üzerinde politikalandıracaktırlar. Peki ya Kapitalizm, Neo-liberal politikalar, küreselleşme? Hayır hayır, bunlar gelişmiş ülkelerin sorunlarıdır.  


KANT AHLAKI VE SOSYAL POLİTİKA
Gelişmiş ülkelerde durum nasıl peki? Diye sorabilirsiniz. Gelişmiş ülkelerde de temelde aynı, uygulamada farklı sorunlar vardır. Bu sorunları da Kant Ahlakı üzerinden tartışalım ve teorik etik biliminin eski yunanda ortaya çıktığını unutmadan ortaçağa doğru bir adım atalım.
Ortaçağ sonrasındaki aydınlanma çağında Hobbes ile başlayan yeni bir etik biliminden bahsedebiliriz. Lakin Modern Etiğin babası Thomas Hobbes olarak bilinmektedir. Bu etik öğretisinin iki mantıksal yöntemi vardır; eleştiri ve kıyaslama.  Kendisi de bir İngiliz olan Hobbes’tan hemen sonra İngiliz ve Alman etik öğretilerinin farklılaşmaktadır. 19. Yüzyıldan itibaren İngilizler içgüdüsel (intuitionist) ve doğaya dayalı (naturalist) akımları benimserken, Alman filozofların Kantien etiği geliştirdiklerini izlemek mümkündür. Immanuel Kant tarafından ortaya konan bu güçlü etik akımı, günümüzde de geçerlidir. Karşıtı ise faydacı (utilitarian) etik düşüncesidir. Halen de çarpışan bu iki farklı teori, 19. Yüzyıl boyunca Avrupa’da çok ciddi tartışmalara yol açmıştır. Hala da yol açmaktadır.
Immanuel Kant (1724-1804) ise çağdaş etiğin en önemli ismidir. Hem içgüdücülerin hem de naturalistlerin okuluna dâhildir. Davranışların motivasyonunu belirleyen “görev” ve “kendini sevme” kavramlarının ayrımını getirmiştir. Kant’a göre mutlak iyi “iyi” niyettir. Bu aklı başında olan herkesin her koşulda ve sadece “iyi niyetli olma” adına yapması gerekli olan şeydir. Bu davranış prensibi kişinin sahip olduğu bir prensiptir ve kanunlarla getirilmez. Çünkü kanunlar kişiden bağımsızdır.
‘’Davranışlarımızın ahlaki olup olmadığını o davranışların motivasyonu belirler; davranışların sonuçları değil’’
Bu önerme Kant’ın öğretisinin de ana temasıdır. Davranışların iyi olup olmadığını sonuçların iyi olup olmadığının belirlediğini söylemesi, onu, “sonuca bakarak davranışları yapıp yapmamaya karar vermeye yönelelim” düşüncesinden ibaret olan “faydacı=utilitaryen” düşünceden tamamen ayırmıştır.
Yukarıda bahsettiğim üzere, Kant’a göre mutlak iyinin “iyi” niyet olması ve sadece iyi niyetli olma motivasyonu ile yapılmış olması gereksinimi, gelişmiş ülkelerdeki Kant Ahlakını değil, Kant ahlakı seviciliğini ortaya koymaktadır. Bu çirkin tabirin elbette Kantın ahlak anlayışına olan bakışımla hiçbir alakası yoktur. Bilakis mutlak iyiliğin kemaline mazruf olduğunu düşünmekteyim ben de. Burada kastettiğim Kant’ın altını çizdiği mutlak iyinin, gelişmiş ülkelerde var olamayacağıdır. Gelişmiş ülkeler iyilik yaparken iyi niyetle yapmazlar. İyi niyetle yapmadıkları için gelişmişlerdir hatta.
Örneğin sömürge hiçbir iyi niyet barındıramaz içerisinde. Sömürgecilikle ekonomik ve siyasal egemenlikleri altına aldıkları ülkelerin vatandaşlarına iş, aş, özgürlük veren ülkeler, sundukları bu harika şeylerle esasında yaptıkları mutlak kötülüğü inandıramazlar bana. Göçmenlere sundukları mutlu yaşam, onları artık ülkelerinde sömürmeyip kendi ülkelerinde paspas sildiren, ikinci sınıf vatandaş oldukları sık sık hissettirilen insanlar için bir lütuf mudur? Hayır değildir. Sevgili Emrah Akbaş hocamızın hep dile getirdiği göçmenler örneği.  Göçmenlere belirli mahallelerde bedava, ya da oldukça düşük ücretlere ev veren hükümetler, aslında mutlak iyi niyetliler midir, yoksa kendi vatandaşlarını göçmenlerden korumak, göçmenlerin yaşadıkları yerlerin sınırlarını çizmek için mi yaparlar bunu? Göçmenlerin örgütlenmesine izin vermek, onları denetlemek için midir, yoksa gerçekten özgürleştirmek için mi?
Gelişmiş ülkeler… Kapitalizmin vahşi doğasının her mevsimde iklimleştiği coğrafyalardır. Nordik modeli diyebilirsiniz hemen, o kadar da kapitalist değil. Evet o kadar da kapitalist değil, ama model  yüksek kâr amacına endeksli kapitalist ekonomilerin aksine özel girişimler de dahil tüm çalışanların milli servetin artırılması amacı için çalışmasını öngörür. Niyeti kişinin refahı değildir, niyetiymiş gibi gösterdiği kişinin refahıdır, ve bu manipülasyonu ile özünde mutlak iyi değildir. Kant ahlakına tamamen uzaktır o da. Geri kalan kapitalist sistemlere baktığımızda, sosyal politika ile olan ilişkisi gene bir iktidar ve grup ilişkisidir. Kant ahlakı sevicisi anlayış kapitalizmin sonucudur. Kapitalist sistemde insan sorun çıkarmamalı, çıkarırsa devlet bu sorunları ıslah etmelidir. Hapishaneler, okullar, ceza evleri, tımarhaneler (  bu binaların her biri tabelalar olmasa dışarıdan bakıldığında ayırt edilemezler), insanları ıslah etmek içindir. İyi vatandaş, sorunsuz insanı şekillendirmek içindir. Bir çan eğrisi olduğunu düşünürsek, normal insanlar çizgide, normal olmayan insanlar çizginin dışarısındadır. Normal olmayanlar ise eşcinseller, suçlular, katiller, isyankârlar, azınlıklar, farklı dine mensup vatandaşlar,  göçmenler vb. gruplardır.  İşte bu insanlar ıslah edilmeli ve ‘’normal’’ insanlar olmalıdırlar. Gelişmemiş ülkelerde toplum içerisinde büyük bir sorun olan bu gruplar, gelişmiş ülkelerde saygıyla sevgiyle iyilikle güzellikle karşılanırlar. Bunun nedeni sorun istemeyen kapitalist sistemlerdir. Sorun demek iş gücü kaybı demektir, sorun demek üretime sekte vurulması demektir, sorun demek tüketimin azalması demektir. Ve bunların hepsi kapitalizmin beslediği olgulardır.
İşçi hakları meselesi örneğin. Gelişmiş ülkelerde sistemler her bir işçinin güvenliğini, yaşam hakkını azami ölçüde garantiye almak zorundadır. Her bir işçi değerlidir, önemlidir, yasal hakları sonuna kadar verilmelidir. Ancak Cahit Talas hocamızın belirttiği üzere, sosyal risklere karşı bir sosyal güvence mekanizması oluşturulması kapitalizmin kendiliğinden ürettiği bir çözüm olmamıştır. Bu, büyük ölçüde kapitalizmin ortaya çıkarttığı işçileşme ile birlikte emek gücünü satamama riskleri karşısında işçilerin, var kalabilmek için sınıfsal olarak yürüttükleri mücadeleler ile gerçekleşmiştir. Diğer bir deyişle, sosyal politikaların temelini de oluşturan sosyal güvence mekanizmaları, işçi sınıfının kapitalist sistemin çelişkili ve çarpık yapısına karşı yürüttüğü yaşamda kalabilme mücadelesinin ürünü olarak kazanılmış bir sosyal hak niteliğindedir.
Yani mutlak iyilik işçilere verilen haklar değildir. Var olan kapitalizmin emek gücünü rehabilite etmesi ve daha çok iş gücünden faydalanabilmek adına ‘’ iyi ‘’ emek gücü yaratmasıdır. Oysa sosyal politika işçinin haklarını işverene karşı korumak için ortaya çıkmıştır. Lakin geldiğimiz noktada, işverenin işçiden azami oranda faydalanabilmesi için işçiye bahşettiği güvencedir. Sosyal, ekonomik, yasal güvencedir. Ve kesin olan bir şey vardır ki, o da işverenin bunu kendiliğinden yapmış olmadığıdır. Üretimin kalitesini arttırmak, insan kaynağı sorunu ile uğraşmamak ve işgücünden maksimum fayda sağlamaktır.
 Bu niyetlerin Kant Ahlakında bahsi geçen mutlak iyi ile kendiliğinden iyi ile hiçbir bağlantısı olmadığı açıktır.
Devlet ve gruplar arasındaki anlaşmaların formüllerini belirlemekten öteye gitmeyen sosyal politikanın, devlet nezdinde faydacı ahlak sahibi olması dışında, devlet ve insanlar arasında bir ahlaksızlık ve çıkar ilişkisinden başka bir şekilde var olmadığı açıktır. Sosyal politika devlet ilişkisi var olduğu sürece ahlakın hemen hiçbir akımına konu olamayacaktır.
Bu bağlamda sosyal politika kavramı gelişmemiş ülkelerde devlet nezdinde faydacılık ahlakı ve gelişmiş ülkelerde Kant Ahlakı seviciliği şeklinde tezahür etmektedir. Fakat asla Kant ahlakının ruhunu yakalayamamaktadır.


1 yorum:

Adsız dedi ki...

kaynak ?